"fotoğraf çektirmek için yan yana getirilmiş iki nesne değiliz biz

güvercin curnatasında yan yana akan iki güverciniz

mesafeler birleştirdi bizi bir de sözler

razı olma hiçbir sessizliğe

biliyorsun seni seviyorum

pencereden bakmayı

öğreteceğim sana..."

der şair.

sonra sorar, "niçin güvenmiyorsun bana?"


pencereden bakmak...

şimdi pencereden bakıyorum. bir kasım akşamı, dar vakit...

eskiden insanlar pencereden bakınca tanıdıklarını görürdü herhalde küçük yerleşim yerlerinde. bu tanıdık bir yerde olmayı söylerdi insanlara. tanışmak değil, tanıdık olmak, aşina olmak, ağyar olmamak...


şimdi pencereden bakınca caddeden hızla akan araçları görüyoruz.


yağmur yağdı az önce ve durdu şimdi. hava akşamın alacası ve yağmurun sisini taşıyor üzerinde.


bu saatte pencereden bakmak...

durağın iki lambası var, tam karşıda ama biri yanmıyor, otobüs bekliyordu biri, tanımıyorum pek tabii. ben bunları yazarken gelmiş olmalı otobüs, şimdi durak boş.

acelesi var insanların, yetişecekleri bir yer, bir iş... acelesi var elbet, hayat ne kadar ki hepi topu zaten, acele etmeli, he mi...


aylardır süren bir pandemi, kısıtlı hayat şimdilerde.

camus'nün veba'sını yaşıyoruz. 

hani karantinaya alınan o şehir, farklı sebeplerle ve karantinaya rağmen çıkmak için uğraşan insanlar, hiç yokmuş gibi davranılan ölümün tastamam görünür olması, duyarsızlaşan insanlar, tepkisiz bir yaşam, yine de sürüp giden ülke gündemi, dünya ve zaman...

 

o şehirde, ülkede, dünyada yaşıyoruz aylardır bu zamanın insanı olarak.

sokakta aceleyle giden her insan taşıyor bunları omzunda. başka telâşları da elbet... 

işi var yetişecek, çocuğu var gönlü edilecek, kaldı ki kendi gönlü de bekliyor eylenmeyi bir merhametli gönül yoluyla. eğlenmek değil, eylenmek...

hastası var belki, belki götürdüğü ekmek yetmeyecek.

ağrısı var belki, basamadığı ayağıyla bir an önce ulaşacak evine, barakasına...


ne fark eder ki baraka ya da köşk. fark eder mi? belki eder, ne barakada ne köşkte yaşamış biri sıradan bir apartman dairesinden bakarak nasıl kıyaslasın ki...


apartmanlar... üst üste konalı evler, tavanla tabanla sınırlanalı mesafeler ne kadar da açılmış sahi...


bir "karlı kayın ormanından" geçip amca diyen birinin evine giremezsiniz artık. mesafeler ormanlarla, dağlarla, bahçelerle değil, tavanla, tabanla sınırlı...


sovyetlerin demir perdeleri kadar katı... haberiniz olmaz üst kattaki hastadan, alt kattaki düğünden.. ses geçer geçmesine de, duygu geçmez, fikir geçmez...


duygular için geçişken değil.. kaldı ki geçecek duygu da kalmadı zaten..


duyular gibi, ya da kaslar, kullanılmadıkça duygular da köreliyor, paslanıyor...


sahi duygu taşıyıcı ile mi ilgilidir 'öteki' ile mi? alıcı olmazsa duygu olur mu? olmaz mı?

merhamet için, samimiyet için, hüzün için, sevgi için, muhabbet için kendi içinden mi ses almalı insan, öteki'nden mi?


caddede yürüyenler için ne hissediyoruz ki, bir duygu var mı..


giydikleri ekonomik durumu hakkında bilgi veriyor, gittikleri yön, yaşadıkları yer hakkında bir tahmin... yürüyüşü hayata karşı yengisini ya da yenilgisini çağrıştırıyor, omuzları taşıdığı yükle dik ya da çökük duruyor... inat ediyor, yenilmemek için diyorsunuz, ya da bu omuza ağır gelmiş yükü, ceketin bir beden büyük gelmesi gibi.

fikir yürütüyorsunuz yani, yüreğiniz habersiz.


kalp... kan pompalayan organ... yürek!

yüreğin yangını!

gönül... gönlün hoş olması, hoş tutulması, gönül gözü!


gönül sorar mı;

'pencereden bakmayı öğreteceğim sana

niçin güvenmiyorsun bana.'


beklemek, pencereden bakarak beklemek...


'beklemek çok eski bir acı ölçüsüdür.' diyordu biri...