1. Bölüm

 

Bölüm şarkısı: Sufle-İçinde Aşk var


“Alıştım artık, hissetmiyorum bir şey… Nasılım, onu da bilmiyorum. Sadece vuslat günümü bekliyorum.” Yaşlı ellerini kırışıklığın kapladığı yüzüne kaldırıp sıvazladı kayıtsızca. “Günden güne tükeniyorum…" Soluklandı ve bir süre yeri izledikten sonra, "Herkes gibi.” diyerek ekledi sözlerine.

 

“Yarınlar umut dolu amca.” dedi genç kız.

 

Alayla güldü yaşlı adam. “Yarınlar umut dolu…” dedi genç kızın teselli için söylediği cümleyi tekrarlarken. “Şöyle demezler mi hep?” dedi bir gerçeği hatırlatırcasına. Fakat ses tonu son derce alay barındırıyordu. Sonra ciddileşti. “Sana bir tavsiye vereceğim kızım. Her söylenene inanma. Gerçeği zamanla öğrendiğinde enkaza dönersin…” Biraz bekledi ve ekledi. “Yarınlar güzel olacak derler ya hani… Bu günler hep kötü. Oysa bugün dünün yarını değil miydi?”

 

Buna karşı söyleyecek bir teselli cümlesi bulamadım, haklıydı.


Bu konuşmayı yıllar önce tek amcam ölmeden önce yapmıştı benimle. O zamanlar her şeye rağmen umut hep vardı. Şimdilerde ise baş aşağı tepetaklaktı dünyam. Karanlıktı, rengârenk değil. Umut yok, ışık cılızdı. Rüzgâr sert ruhum körpeydi. Elem çok huzur yoktu… 

 

Telefonumdan yayılan melodi kulaklarıma dolduğunda elimdeki işi bırakmadan çalan telefonumun ekranına baktım. Arayan Yalçın’dı. Tüm dikkattim bir anda yerle bir olduğunda yüzümdeki ifade dağıldı. Dalgın ve yorgun ifademin yerini merak duygusu ve endişe almıştı. Arama sebebini az çok biliyordum. Açmaktan kaçındım. Alt dudağımı korkuyla dişlerken telefonun susmasını ve bir daha aramaması için içimden dualar etmeye başlamıştım. Sonunda çalmayı bıraktı, ekran kapandı.

Telefon sustuğunda tekrar arar mı diye gözlerim telefonun üstündeydi. Lakin bir daha aramadı onun yerine mesaj sesi geldi.

 

Korkuyla telefonu elime aldığımda ellerim terlemişti. Bildirimine bastığımda attığı mesajı okumaya başladım.

 

“Seni görebiliyorum.” Yutkundum, hemen ardından bir mesaj daha düştü ekrana.

”Aramamı cevaplamıyorsun, öyle mi?” diye yazıyordu. Korkuyla yutkundum.

 

Tekrar bir mesaj düştü sayfaya.

 

“Peki, Rose. Öyle olsun.” Ve az da olsa olan sakinliğim tuzla buz olup etrafa saçıldı. Dehşetle açılan gözlerimi yanında durduğum camdan dışarı çevirdim. Onu tam karşıda, batmak üzere olan güneşin yüzünün bir kısmını turuncu renge boyarkenki yansıması ile bana bakarken gördüm. Bakışlarımızın buluşması üzerine gözlerini çekti ve kaldırımda arkasını dönüp gitmeye başladı.

 

Sonum gelmişti. Hemen arkasından olduğum yerden çıkış kapısına koşmaya başladım. Yanaklarımın sıcaklığını koşmamdan dolayı yüzüme çarpan serin hava serinletiyordu.

 

İçerdeki çalışanları umursamadan kendimi dışarı attığımda çok uzaklaşmadığını gördüm. Hiç durmadan peşine düştüğümde arkasından seslendim. “Yalçın.” Durdu. Omzunun üstünden arkada kalan bana baktı. Yüzünde hiçbir ifadeyi anlayamazken beklemeden arkasından geçip önünde durdum. Koştuğum için nefes nefeseydim. Kalbim deli gibi atıyordu.

 

Sessizliği devam ettirdi. “Özür dilerim… Sessizdeydi telefon. Son anda fark ettim. Seni arayacaktım ama mesajların geldi…” Tamamen yalan söylüyordum. Gözleri kısılmıştı sözlerime.

 

“Bunca zaman oldu ama beni hiç ciddiye almadığını görüyorum Rose. ”Böylece dediklerime inanmadığını anladım. Bakışlarım yüzünden ayaklarına düştü. Sessiz kaldım. Ciddiye alıyordum. Ama artık bir son bulmasını istiyordum bu durumun. 

 

Derince soluklanıp yanımdan geçerken onu sorum durdurdu. “Bir şey yapmazsın değil mi?” dedim çaresizce. Bir adım gerimde durmuştu. Saniyeler süren bir sessizlik oluştu. “Bir mi iki mi?” Sesinde müthiş bir boş vermişlik vardı. yenilmişlikle omuzlarım düştü. “İşimin başına dönmem gerekiyor. Zaten çıkışa çok az kaldı…”

 

“Peki, sen bilirsin.” dedi ve yürümeye devam etti. Olduğum yerde adımlarım ileri geri bocalarken bir iş yerime baktım, bir de yavaşça uzaklaşan adama. Söylediği, Pekinin anlamını çok iyi biliyordum. “Dur lütfen. Beni zor durumda bırakıyorsun.” Durmadı. Zaten benim zor durumda olmam onun işine gelirdi. İnsafı yok denecek kadar azdı bana karşı. Sunduğu bu iki seçenekten biri belki verdiği bir şanstı ama altından ne çıkacağını bilmiyordum kesinlikle.

 

Uzaklaşıyordu iyice ve hemen bir karar verdim.

“İki.” Ardından hafifçe bağırmıştım. Adımları anında durduğunda yüzündeki sinsi sırıtışla geride bıraktığı bana döndü.

 

“Akşam benimle bir yere geleceksin.” Hoşnutluğu sesine de yansırken yüzüm düşmüştü. En azından işimi aksatmayacaktım.

 

“Nereye?” Ona birkaç adım yaklaşmam aramızdaki görünmeyen mesafeyi kapatmama yetmiyordu. Sadece fiziksel mesafe kapanırdı zaten.

 

“Sürpriz…” dedi ve beni baştan ayağa süzdü. Rahatsızca kıpırdandım yerimde, kaşlarım çatılırken anlam veremedim bu duruma. “Zayıfladın mı sen?” dedi hiç beklemediğim bir soru sorarken. Boşluğa düşer gibi olduğumda ben de üsten vücudumu süzdüm.

 

“Her neyse. Akşam seni alırım.” dedi ve çekip gitti. İyi kurtulmuştum an itibariyle. Tabii gideceğimiz yeri deli gibi merak ediyordum ama en azından gazabından kurtulmuştum. Karşıya geçip gözden kaybolana kadar arkasından onu izledim. Kendinden emin adımları, dimdik omuzları ve sarsılmaz bakışlarıyla demirden bir dağ gibiydi gözümde.

 

Kendimi sıktığım için bütün kaslarım, hatta iç organlarım o gözden tamamen kaybolduğunda serbest kalmış ve rahatlamıştım. Ben de gerisin geriye döndüm. İçeri girdiğimde herkes işinin başında ve oldukça meşguldü.

Derin ve içli bir soluk çektim ve işime kaldığım yerden devam ettim. Çıkışa dakikalar kala telefonum çalmaya başladı. Kimin aradığını biliyordum.

 

“Efendim?” dedim ürkek çıkan sesime mani olamadan. Tamamen istemsiz gerçekleşiyordu.

 

Korkuyordum lakin bakmaktan alıkoyamıyordum gözlerimi. Onu gördüğümde dolan gözlerime lanetler savurmuyordum. Belki biraz ama içten değildi asla lanetlerim. Kalbimi elleriyle parçalamasına susarak izliyordum. Ayakları altına aldığı ruhumu yerin yedi kat altına yollamasına kendim izin veriyordum.

 

"Neredesin?” Niye böyle sertti sesi? Sadece bana böyleydi. Bu tavırları bana özeldi.

 

“İşteyim.” Sesimin içime kaçması iyice acizleştiriyordu beni.

 

“Yarım saate alırım seni.”

 

“Eve gitseydim önce. Açım, bir şeyler atıştırmam gerekiyor.” Bir ricadan farksız, bir minnet gibiydi. Niye bunu yapmasına izin veriyordum ki?

 

“Ne kadar kaldı çıkmana?” dedi sıkılmış sesiyle. Masadaki yuvarlak saate baktım. “Yirmi üç, yirmi beş falan…” dedim tekrar hesaplamaya çalışırken.

 

“Sana fazladan on beş dakika Rose.” Sabırsızdı. Telefondan işittiğim sesi bile beni huzursuz etmeye yetiyordu. Başımı salladım onaylarcasına. “Tamam, teşekkür…” cümlemi bitiremeden yüzüme kapatmıştı bile. Umursamadım çünkü hep yapardı bunu. Alışmıştım. Alıştığım bir diğer konu ise bana sürekli Rose demesiydi. Ama benim adım Rose değildi. Gülnare’ydim ben.

 

İşlerim bitmiş, artık çıkış saati de geldiği için hazırlandım, çıkışa ilerledim. Dışarı çıktığımda güneşin gitmesi üzerine gökyüzü koyu lacivert bir hal almıştı. Havada bulut yoktu, buna rağmen şehrin ışıkları yıldızları gizlemişti. Bazen ışıklara rağmen sanki isyan edercesine yıldızlar gözler önüne serilirdi.

 

Durakta gördüğüm dolmuş kalkmadan koşturarak yetişmiştim. Sanırım şanslı günümdeydim. Boş yer yoktu ama en azından beklemeyecektim. Beklemek, az olan süremden götürecekti. Ama sanırım birkaç dakika kârlıydım zaman konusunda. İş çıkışı olduğu için trafik vardı lakin evim iş yerime yakın sayılabilecek bir mesafedeydi.

 

Camdan akıp giden yolları izledim gideceğim yere kadar. Sonunda dolmuş durmuş ben de zar zor inebilmiştim. Hiç beklemeden yürürken yol üstünde iki ekmek aldım aceleyle. Üstümdeki tüm yorgunluğa rağmen seri adımlarla evime yürüyordum. Binadan giriş yaptım. Telefona baktığımda on yedi dakikamın kaldığını gördüm. Bir ekmek arası yapmama yeterdi. Üstümü de değiştirip rahat bir şeyler giymem gerekiyordu.

 

Evin kapısını anahtarla açtığımda ayakkabılarımı çıkarttım, rastgele bir yere savrulduklarında elimdeki ekmek poşetiyle doğruca mutfağa geçtim.

Bir şeylere mecbur kalmak zoruma gidiyordu. Ama karşı koymadan buyruklarını yaparken buluyordum kendimi. Kendimi onun her dediğini yapma zorunluluğunda hissediyordum. Üstümde hâkimiyet kurmuştu. Ama sınırlarını aşan durumlarda karşı çıkıyordum. Bu karşı çıkışların karşılığını da alıyordum elbette.

 

Mutfak lavabosunda ellerimi yıkadım ve hızlıca bir ekmek arası yaptım. Ekmeği yemeden önce üstümü değiştirmek için odama geçtim.

 

Üstümdekileri çıkarttım. Üstüme düz, siyah bir tayt ve yarım kollu, uzunca bir tişört giydim. Odadan çıkmadan önce aynadan kendime baktığımda gayet sıradandım. Yüzümdeki cansız ifadeyi ne yaparsam yapayım silemiyordum. Derin bir nefes aldığımda çok oyalanmadan banyoya girdim ve elimi yüzümü yıkadım. Saçlarım dağıldığı için tokayı açıp serbest bıraktım saçlarımı. Örecektim basit bir şeklide. Uzunca olan saçlarımı örmeye devam ederken mutfağa girdim. Mutfak masasına bıraktığım çantamdan telefonu çıkarıp baktığımda ekmeğimi yiyecek kadar zamanımın olduğunu gördüm.

 

Rahatlıkla ekmek aramı elime aldım ve kocaman ısırdım. Açlıktan halsiz düşmek üzereydim. Henüz oturmadan buzdolabından meyve suyu kutusunu aldım ve bir bardak doldurdum. Ekmek aramı yarılamıştım birkaç dakika bile sürmeden. Arada telefondan saate bakıyordum. Artık gelmek üzereydi.

 

Derken beklediğim telefon gelmişti. Aramasını hemen cevapladım. “Aşağıdayım, çabuk in.” dedi ve kapattı. Ruh hastası.

 

Meyve suyunu kafama diktim. Ekmeğimden birkaç ısırık almam kalmıştı. Telefonu çantama atıp dış kapıya gittim aceleyle. Ayakkabılarımı ayağıma geçirdikten sonra son elimdeki kalan ekmek parçasını ağzıma tıktım zorla ve merdivenleri hızla inmeye başladım. Binanın kapısını nefes nefese açtığımda onu taksinin ön koltuğunda otururken gördüm. Hemen arka tarafa oturduğumda kapıyı arkamdan çektim. Geriye yaslanıp derin bir nefes aldığımda ağzımdaki ekmeği çiğnemeye çalışıyordum.

 

“Nereye gideceğiz?” dedim boğuk sesimle.

 

“Ağzındakini bitir önce.” dedi hoşnutsuz bir sesle. O sırada taksi kalkmıştı. Radyodan yayılan kısık sesli saat başı haberler dışında ses yok. Ağzımdaki lokmayı tamamen yutup ardından sesimi temizledim. “Nereye gidiyoruz?” dedim tekrar. Bıkkınca soluklandı.

 

“Bana yardım etmen gereken bir konu var.”

 

“Ne gibi bir konu?” dedim aynı merakla. Koltukta yan dönüp bana soğuk ve bir o kadar keskin bakışlarını attı. “Çok soru soruyorsun.” Uyarı doluydu sesi, bir tek ben anlayabilirdim o uyarıyı. Sözleri ve bakışları dudaklarımı birbirine bastırmamı sağlarken gözlerimi kırpıştırdım korkuyla. Taksiciye kısa bir bakış atıp önüne döndü. Son konuşmamızın ardından bir daha konuşmadık. Merak ediyordum nereye gideceğimizi lakin cevabını ne ben biliyordum ne de Yalçın söyleyecekti.

 

Akıp giden yolları izledim sessizce. Radyoda yankılanan ses şimdi bir şarkıydı. Endişeliydim, belirsizlik her zaman tedirgin ederdi beni. Cama doğru iyice yanaştığımda başımı cama dayadım. Bacağım stresten kendiliğinden sallanmaya başlamıştı. Kafamın içinde dolanan şekilsiz düşünceler göğsüme ağırlık yapıyordu.

“İleriden kestirme bir yol var, daha az yazar. Bir sıkıntı olur mu?” dedi şoför. Yalçın hemen cevap vermedi. Ona bakıyordum. O ise dikiz aynasından bakıyordu, bunu yoğun bakışlarını hissedip dikiz aynasına baktığımda anladım. “Düz devam et ağabey.” dedi kestirme yoldan gitmeyi reddederken. Bana bakarak konuşmuştu. Sesi düzdü. Hiçbir duygu veya ima yoktu. Gözlerimi çekip camdan dışarı çevirdim. Hala baktığını çok iyi hissediyordum. Niye baktığını anlayamıyordum. Rahatsızca yerimde kıpırdandım.

 

Yaklaşık sekiz dakika sonra -belki daha fazlaydı, emin değilim- dar sokaklı bir yere girdik. Girdiğimiz gibi anlamıştım buraların tekin yerler olmadığını. Kaşlarım çatılı bir halde camdan mekânlara bakıyordum. Çok lüks bir yer değildi, aksine, benim için korkulacak yerlerdi. Umarım burada inmezdik. “Burada inmeyeceğiz değil mi?” dedim kısık sesimle. Arka koltukta oturduğum için arkadan ensesine bakabiliyordum.

 

“Burada ineceğiz.” dedi kayıtsızca. Korkuyordum. Hem ondan hem de bu yerden. Ona güvenmiyordum, buna o neden olmuştu. “Ne yapacağız burada?” Yaşadığım korku ve endişe sesime de yansımıştı. “Sana söylediğimi hatırlıyorum.”

 

“Evet ama bu yardım tam olarak ne?” Cevap vermedi. Çünkü taksi durmuştu, parayı ödedi aceleyle. İnmeden önce “İn!” demişti sadece. Derin nefesler alıyordum. Ben buralara alışkın değildim. Birkaç saniye geçmişti ama ben henüz inmemiştim. Bunu fark ettiğinde arka kapıyı açıp kolumdan tuttu ve beni dışarı çıkardı.

 

Durduğumuz yer bir mekânın önüydü. Mekânın dışına taşan ses buranın bir bar olduğunu gösteriyordu. Kapının üstünde yazılı tabeladan da görünüyordu. Kolumu bırakmadan oraya doğru gitmeye başladığında kolumu ondan kurtardım ve durmasını sağladım.

 

“Buraya girmek istemiyorum.”

 

“Korkmanı gerektirecek bir durum yok.”

 

“Korkmuyorum. Buralar bana göre yerler değil.”

 

“Biliyorum.”

 

“Biliyorsun ama beni buralara getiriyordun.”

 

“İçerde adam kesmiyorlar Rose, ayrıca benimle olacaksın.” Sert tavrım bir anlığına tuzla buz oldu.

 

“Sana nasıl yardım edeceğim peki? Ben ne yapabilirim ki?” dedim isyan edercesine.

 

“Kız arkadaşımmışsın gibi davranacaksın, başka bir şey yok. Sadece yanımda duracaksın o kadar.”

 

“Niye ben? Kesin bu işin altında bir şey var.”

 

“Tanıdığım başka kim var senden başka? Ayrıca beni tanıyorsun. Bu bir oyun ve oyunun bozulmasını istemiyorum. Sen iyi idare edersin…”

 

“İşin bana kaldıysa bu oyun başında patlar, ben yapamam bunu.”

 

“Rose!” dedi sabrının son demlerine geldiğini anlarken. “Uzatma, sana yeterince açıklama yaptım. Eğer gelmeyeceksen aklına gelmeyecek şeyler seni bekliyor olacak.”

 

“Lütfen…” dedim yalvarırcasına. Dinlemedi, arkasını dönüp içeriye adımlamaya başladı. Sağıma soluma baktığımda izbe bir yerde olduğumuzu ve istesem de buradan tek başıma çıkamayacağımı anladım. Burada bir sürü tekinsiz mekan vardı. Kendimi güvende hissetmiyordum. Hemen karar verdim ve arkasından koştum, kapıdan girmeden yetiştim. “Elimi tut.”

 

“Ne?” dedim dediği şeye inanamazken. Kalbim söylediği şeyle deli gibi çarpmaya başlamıştı, gerçi az önce korkudan kalbim hızlanmıştı, şimdi ise heyecandan. Şaşırmıştım bunu beklemiyordum. “Bu kadar şaşıracak ne var anlamıyorum…” dedi sabırsızca. Normalde bana bu kadar açıklama asla yapmazdı. Bana gerçekten ihtiyacı vardı.

 

Uzanıp elimi eline hapsetti. Tutuşu sert değildi, aksine naif ve sahipleniciydi.

 

Gözlerim kocaman olurken yüzüme kısaca bakıp içeriye yürümeye başladı. Arkasından sürükleniyordum adeta. Mekânda az sayılmayacak kadar insan vardı. İç karartıcı bir havası vardı. Fazla dumanlıydı ve sigara kokusu çok fazlaydı. Yoğun sigara dumanı anında yüzümü yakmaya başlamıştı. Nefes almak bile zordu. Buralarda ne işim vardı Allah aşkına? Ayakta dans eden kadınlar vardı, tabii onlara eşlik eden adamlar da. Masalarda izbandut gibi iri kıyım adamlar önlerindeki koca şişelerden bir şeyler içiyor, etrafa ürkütücü bakışlar atıyorlardı.

 

Bir adamla göz göze geldiğimde kadehini kaldırıp çarpık bir gülüşle göz kırptı bana. Korkuyla gözlerim bir kez daha büyürken Yalçın’a yanaştım. Bunu fark edince omzunun üzerinden beni kontrol etti. “Beni nereye getirdin böyle?” dedim korku içinde. Kaşlarım çatılı bir şekilde ona bakıyordum, sinirliydim. Onunda kaşları çatılmıştı. Müzik sesi sesimi ona ulaştırmış mıydı, bilmiyorum. Etrafını taradı hızlı bir şekilde. Biraz daha bana yaklaştı ve aramızdaki mesafeyi kapatıp kulağıma eğildi. “Sorun ne?” dedi kısık sesiyle. Yakınlığı aklımı başımdan alırken yutkundum. “Korkuyorum.” dedim itiraf ederken.

 

Derince soluklandı, soluğu boynumu ve kulağımı esir alırken küçük bir adım ondan uzaklaştım. Aslında huylanmıştım. “Korkma, benim yanımda güvendesin.” Kısık sesi bile beni korkutuyordu.

Diyemedim ki sana güvenemediğim içim bu haldeyim. Sessiz kalışım tekrar konuşmasına neden oldu. “En fazla bir saat, belki daha az. Yanımda oturacaksın sadece, tamam mı?”

 

Benden uzaklaşıp yüzüme baktı. Korkuyordum ama başımı sallayıp kabul ettim. Kabul etmeyip de ne yapacaktım? Gitsem gidemezdim, cesaretim yoktu ve burada kendimi güvende hissetmiyordum asla.

 

Duvar kenarında geniş bir masanın önünde durduk. Ellerimiz hala birbirindeydi. Önünde durduğumuz masada üç adam ve onların yanında da iki tane oldukça iddialı ve güzel kadın vardı. Bulunduğumuz yer biraz geride ve sesten uzaktı.

 

Yalçın masadakilerle tokalaştı sonra da boş olan yere geçip oturdu ve beni de yanına çekip yanına oturttu. Beni tanıtmamıştı. Çok da önemli değildi. Hatta onlarla muhatap olmayacak olmam işime de gelirdi. Masadakilere bakmak yerine sakinliğimi korumak adına etrafı izliyordum. Onlar konuşmaya başlamıştı, sanırım bir iş hakkındaydı, konuştukları konuyu anlamıyordum. Hiçbirini detaylı bakmamıştım kim var kim yok diye. Sadece üstüne bakmıştım, masadakilere ve arada gözüm o iki kadına değiyordu. Onlardan çok farklıydım. Onlar son derece gösterişli ve bol makyajlıydı. Burada sırıtan tek şey bendim sanırım. Tayt tişörtle bu masada eğreti duruyordum.

 

Biraz sonra önüme geniş bir bardak uzatıldı. Kimin uzattığına baktığımda çaprazımda kalan göbekli mavi gömlek giyen ve bana pişkince sırıtan adamı gördüm. “Çok gergin görünüyorsun, iç de rahatla.” dedi rahat tavrıyla. Cevap vermezken önümdeki bardağı Yalçın önüne çekmişti. Kulağıma yaklaştı, “Kimseyle konuşma ve... Rahatla Rose.” dedi mırıldanırken. Çekilmeden önce yanağıma dudaklarını değdirmişti ama öpmemişti. Ve bende o dakikadan sonra her şey kopmuştu. Masadakileri tamamen unutmuştum.

 

Bunu bana yapmamalıydı. Kalbim kırılıyordu, lakin yakınlığı hoşuma da gidiyordu. Çelişkiler içinde kıvranmama neden oluyordu. Sonra o adamın sesini tekrar duydum. Bu sefer kaşlarım çatılmıştı sözlerine. “Kızını bize tanıtmadın Yalçın?” dedi beklentiyle.

“Tanımanıza da gerek yok.” dedi umursamaz bir şekilde. Her sözünde bir şeyleri ima ediyordu sanki. Az önceki sakinliğim yerle bir olurken bacağım benden habersiz sallanmaya başlamıştı.

 

Yalçın hiç renk vermeden onun tarafındaki sallanan bacağıma elini atıp durdurmuştu. Sallanması durduğunda kucağımdaki elime uzanıp tuttu. Ben ise ona bakıyordum. Yüzüme yaklaşmaya başladığında donmuştum adeta. Gözleriyle bana sakin ol diyordu sanki ama ben onun ne yapmaya çalıştığına anlam veremiyordum. İyice yaklaşıp kulağıma yöneldi tekrar. “Dikkat çekiyorsun.” dedi.

 

“Artık gidelim, lütfen. Güvende hissetmiyorum.” dedim açıkça. “Az kaldı.” Dedi yüzüme bakmadan hemen önce. Yüzündeki çarpık sırıtmayla bana baktığını gördüğümde kaşlarım çatıldı, ben öyle ona bakmaya devam ederken eliyle birlikte kendini de çekti. Oturduğu yere iyice yayılırken bana baktı son defa ve göz kırpıp önüne döndü. Oturduğumuz koyu kahve deri koltuğun başına kolunu attığında bir kolu başımın hemen arkasında kalıyordu.

 

Masaya kısaca baktığımda az önceki adam yanındaki kadının kulağına bir şeyler söylediğini kadının da arsızca güldüğü dikkatimi çekti. Adam ellilerindeydi. Yanındaki kadın ise en fazla yirmi beş, diğer kadın da öyle. Diğerine baktığımda bu adamın koyu bir teni ve sert yüz hatları vardı. Kaşları kalın ve ürkütücüydü ve tahminen otuzlarının sonlarındaydı. Belki daha fazlası. Durmadan içiyordu. Yanındaki kadının eli o adamın bir bacağında yüzüne bakıyordu. Ama adam onunla ilgilenmiyor, sadece elindeki kadehe bakıyordu. En son adama baktığımda ise bu kadar genç birini beklememiştim. Tahminen bizim yaşlardaydı. Beyaz teni, yansıyan renkli ışıkları yüzünde olduğu gibi yansıyordu. Boynunda bir dövmesi giydiği tişörtten içeri doğru süzülüyordu ve sanırım kollundaki boynundakinin devamıydı. Kaba bir vücudu yoktu ama çok da cılız değildi. Yalçın’a benziyordu görünüş olarak fakat Yalçın ondan daha kaslıydı. Gözlerimi çekeceğim vakit Yalçın’la olan konuşmasından bardağına uzanmışken göz göze gelmiştik. Hemen gözlerimi çekip ellerime bakmaya başladım. Yakalanmıştım.

 

Yalçın ayaklanmış, elimi tutup beni de kaldırmıştı. Ona alık alık bakarken bana bakıp gülümsedi. Gözlerine yansımayan bir gülüştü. Gözlerindeki nefreti, baktığım her yerde görmek bana sunulan eziyetti. Aynalara bakmak ve onu o aynaların içinde görmek belki de kefaretiydi onu sevmemin.

 

Derin bir nefes aldığımda boşta kalan eliyle masadakilerle tek tek tokalaştı. “Sonra detayları konuşuruz.” dedi oturanlara. Birkaç cümle söylediklerinde “Hadi eyvallah.” dedi Yalçın hareketlenirken geldiğimden beri benimle uğraşan adam bizi durdurdu. “Yalçın!” dedi alayla. “Bir dahaki gelişinde onu da getir.” Başıyla beni gösterdi ve sonra sırıttı.

 

Yalçın, “Sadık… Sonunu düşünmeden hareket ediyorsun.” dedi korkutucu ve dik bir sesle. Sesinden tehlike akıyordu. “Sakın ol evlat!” dedi isminin Sadık olduğunu anladığım adam. Ellerini kaldırıp teslim oluyorum hareketi yapmıştı, yüzündeki pis sırıtış durumun tam tersini gösteriyordu.

 

“Sadık rahat dur! Sen de kızı bir daha böyle yerlere getirme Yalçın.” demişti az önceki dövmeli genç adam. Bana kısaca bakmış sonra da Yalçın’a başıyla gitmesi için işaret vermişti. Yalçın’ın ise tehditkâr bakışları Sadık’ın üzerindeydi.

 

“Yalçın. Hadi gidelim artık.” dedim tuttuğu elini biraz çekiştirirken. Bana kısaca gözlerini değdirip arkasını döndü ve çıkışa ilerledi arkasından da beni çekiştirmeye başladı. Ona ayak uydurmaya çalıştım, bir yandan da insanlara çarpmamaya dikkat ediyordum. Sonunda küçük koridoru da geçtik ve dışarı çıktık. Anında elimi savurarak bırakmıştı. Bu kalbimi kırsa da umursamamayı seçtim.

 

“Bir daha beni işlerine karıştırma. Her dediğine boyun eğiyorum ama artık yeter.” dedim haykırırcasına. Anında yanıma yaklaştı, kolumu tuttu. “Bağırma.” dedi sakince. “Kötü bir fikirdi kabul ediyorum. Ama iş işten geçti bir kere.”

 

“Beni buraya getirmekteki amacın neydi?” Dedim hesap sorarken. Cevap verebileceğini düşünmezken dudaklarını araladı ve kısık sesiyle konuşmaya başladı. “Yeni bir işe başlıyorum onlarla, bana güvenmeleri gerekiyordu.” Sözünü anında kestim. “Sen de beni kullandın?” Sessiz kaldı dediğim şeye. Etrafa göz attı. Nasıl bir işe bulaşmıştı bu adam? 

 

“Hani beni tehlikeye atmayacaktın?” Cevap vermedi. “Zaten başından beri biliyordum, bana güven derken de güvenmemiştim ama sırf tehditlerin için katlandım, sustum.” Yaptığı hareketin yanlışlığı canını sıkmış olacak ki düşünceli bir hal almıştı. Alayla gülümsedim, gözleri bana döndüğünde tekrar konuşmaya başladım. “Umarım bu işten başım ağrımaz.” dedim sakin sesimle. Aslında hiç sakin değildim. Kalbimi paramparça etmişti. Bir kez daha ve son olmayacağı kesindi. Yüreğime oturan yükle ne yapacağımı bilmiyordum. Yanımda olmasa çoktan yıkılmıştım.

 

Hava iyice kararmıştı. İçeride ne kadar kaldık bilmiyorum. Artık umurumda da değildi. Umutlarıma bir kez daha yıldırım düşmüştü. Yakıp kül etmişti. Bir dokunuşuna içim giderken onun beni kullanması… Susuyordu yine, hayal kırıklığıyla ona bakarken gözlerini çekti.

 

“Her defasında beni bitirmenin bir yolunu buluyorsun.” dedim. Yıkılmaz omuzları dimdikti. Benim omuzlarımda derman kalmamıştı, kaybedişimin sembolüydü bu.

 

“Daha fazla burada kalmak istemiyorum.” dedim kısık sesimle. Elimi tuttuğunda kaşlarımı çatıp ona baktım ve anında elimi çektim. “Ne yaptığını sanıyorsun?” Sinirlerimi iyice yıpratmıştı. Gözüyle mekânın kapısını işaret etti çaktırmadan. Ona bakarken yeniliyordum.

 

Çatık kaşlarımla gösterdiği yere baktığımda kapıdakilere baktım iki üç kişi vardı, ne demeye çalışıyordu bu adam?

Sonra bize bakan kişiyi gördüm, elinde sigarası ve boş bakışlarla bizi izleyen o genç adamı gördüm. Ona da nefretle bakıyordum. Kaşları çatıldığında önüme döndüm. “Eve götür beni!” dedim sert sesimle. Başını salladı yalnızca.

 

“Elimi tut!” dedi. Bu sefer tutmaya çalışmamıştı, sinirli olduğumu biliyordu tutarsa elimi yine çekecektim. “Hayır!” dedim aynı onun tavrıyla. Kaşları çatıldı iyice ama ona dik dik baktım. Kalbimi o kadar çok kırmıştı ki kırıklarım dışarı diken olarak çıkıyordu. Gülümsemeye çalıştı. Onu orada bırakıp geldiğimiz yöne doğru gitmeye başladım. Nasıl olsa beni takip edecekti.

 

“Beni sınama.” dedi hemen arkamdan gelirken. “Sence artık tehditlerin bir işe yarar mı?” dedim yeri döven adımlarıma eşik eden sesimle. “Merak etme, sana bir zarar gelmeyecek.” Sesindeki kararlılığına güvenmiyordum. “Oraya girmeden önce de benzer cümleler demiştin.” Önünden geçtiğimiz her mekânın kapısından sesler dışarı taşıyordu.

 

Benim burada ne işim vardı ki?

 

İlerde gördüğüm taksiden inen iki kişiyi fark ettiğimde taksiye yetişmek için koşmaya başladım. “Nereye?” Yalçın da benimle beraber koştuğunda kolumu tutup beni durdurdu. “Taksiye yetişmeye çalışıyorum. Bırak kolumu.” dedim sinirle. Anında bıraktığında henüz hareket etmeyen taksiye son anda yetiştik.

 

Yolculuk başladığında Yalçın evimin adresini vermişti, ben ise canımın acısıyla yoları izlemeye daldım. Birde aptal gibi onu seviyordum. Kefensiz toprağa gömüyordu. Ölmeden bunu bana yaşatmasının sebebi neydi? Hiç mi merhameti yoktu bu aciz varlığa?

 

Evimin olduğu sokağa girene kadar sağır edici bir sessizlik üstümüzdeydi. Baktığım yerleri görememem dış dünyayla bağlantımın neredeyse kopmuş olmasındandı.

Savruluyordum, rüzgâr sert esmesine rağmen mutlaka bir engele takılıyordum. Uzaklaşamıyor olduğum yere geri getiriliyordum. Yoluma engel olan Yalçın olurken ona direnmeyen de ben oluyordum. Kaybediyordum ona.

 

Taksinin durması ve benim inmem bir olmuştu. Belki de kaç saattir varmayı beklediğim tek güvenli limanımdı evim. Kapıyı nasıl açtım, içeri nasıl girdim hiç bilmiyorum. Üstümdekileri değiştirmeden odama koşmuştum. Kendimi yatağa attığımda boğazımda beni boğmaya çalışan bir yumru vardı. Pençelerini boynuma sarmış her saniye biraz daha güç uygulayıp beni öldürüyordu.

 

Uyuyabileceğimi sanmıyordum. Ama uyumam ve yaşadıklarımın üstünü örtmem lazımdı.

 

Dediğim gibi oldu, bir türlü uyuyamıyordum. Dakikalar ve hatta saatler geçmesine rağmen gözlerim kor alev gibi acıyıp yanmasına rağmen uyuyamadım. Midemin bulanması ise üstüne tuz biberdi. Ayaklandım. Üstümü değiştirmek için kendimi zorladım. Üstüme sinen o leş sigara kokusundan kurtulmam gerekiyordu. Belki de midemi bulandıran buydu. Tükenmiştim, çöken omuzlarım ve daralan soluklarımla bir şeyler çıkarttım, gardıroptan ve banyoya gittim. Hemen bir duş alıp mutfağa geçtim ve bir uyku ilacı aldım. Saçlarımı kurutup yatağa geçene kadar etkisini göstermişti. Sonrasında ise rahatsız bir uyku beni karşıladı.