Bir garip “Atsız”



Ey gözlerinin rengi bütün ruhumu sarsan!

Gönlümde bugün açtı siyah renkli çiçekler.

Bir gün beni rüzgarlara kalbinle sorarsan

Can verdi senin uğruna çoktan diyecekler.



Lise yıllarımda uyku bozukluğumun kaçınılmaz bir sonucu olarak derslerde uyurken bir tartışmanın ortasında uyanmıştım: "Sanat sanat için midir, sanat toplum için midir?" Belki de sanat tarihinin oluşmaya başladığı ilk zamanlardan itibaren gerek sanatçıların, gerekse de sanatseverlerin bir şekilde dahil oldukları ve kimsenin çözmeye bile yaklaşmadığı bu tartışmanın lise öğrencileri tarafından çözülebileceğini düşünerek bizlere bu soruyu soran edebiyat hocamızı halen hatırlarım. Daha da önemlisi, o tartışma ile özellikle yazın edebiyatının şiir koluna merak salmaya başlamıştım. Çünkü o gün o tartışmada sanatın sanat veya toplum için değil de birey için olduğu argümanını ‘uyku mahmurluğunun verdiği yetkiye dayanarak’ ‘ayrılıkçı görüş’ olarak beyan eden tek kişi bendim. Pek tabii ki bu argümanı desteklemek için gerekli açıklamayı, eğitim sisteminin ‘sayısalcı' olarak programlandığı bir öğrenci olarak yapmayı maalesef başaramadım.


Aynı dönemlerde eğitim sisteminin bizlere öğrenmemiz için dikte ettiği ancak anlamamız için çaba sarfetmeyen metodolojisi, başka bir edebiyat öğretmeninin ‘şiirde mübalağa’ konusunu anlatırken Mehmet Akif merhumun ‘Çanakkale Şehitleri’ şiirini mübalağa örneği olarak kabul etmemesi beni öğrenmekten ziyade anlamaya itmişti. Bir sayısalcı olarak düşününce bu hocanın argümanı gayet mantıklıydı: Metrekare başına yağmur gibi mermi yağan ve milyarda birle ifade edilen ihtimallerin gerçekleştiği bir savaşı anlatan şiir mübalağa olamazdı... yani şiir başka bir şeydi, şair başka bir şeydi, şairin anlattığı mevzu bambaşka bir şeydi. Yıllar sonra bunun edebiyatta ‘eş-şiğru fî batni’ş-şairi' (şairin şiirdeki kastı, şairin kendisinde/karnında gizlidir) tabiri ile ifade edildiğini öğrenecektim. Tabi tüm bunlar lise dönemlerimizde genel olarak ‘edebi sanatlarla’ ifade edilen şeyler olduğunu da kafamda oturtabildiğim zamanlarda o zamanlara denk gelecekti. Ancak halen bir sorun vardı: Sanatın kim için olduğu netleşmemişken şiirin, şairin batnında olması nasıl bir sonuç doğurur? En nihayetinde şairin batnı birçok içsel ve dışsal etkilenmenin sonuçlarını mutlak surette barındırdığı yerdi.


Bu bağlamda hakkının yendiğini düşündüğüm şairlerden bir tanesi Hüseyin Nihal Atsız’dır. Aklındakini dizelere dökmek onun için çok basit olsa da belki de sanatın kim için yapıldığına dair tartışmaların netleşmemiş olması dolayısıyla aklındakini ifade ederken kullandığı üslup ikinci plana atılmış ve Atsız ismi, şairi etkileyen içsel ve dışsal etkenler dolaysıyla, sadece Türkçü-Turancı çerçevede değerlendirilegelmişti. İşin ilginç taraflarından bir tanesi, örneğin Fuzûlî merhum ve şiirleri söz konusu olduğunda, devrin siyasi durumları ve ya şairlerin yaşam tarzları ve fikriyatı ikinci plana atılabilirken Nihal Atsız ve onun şair kimliğinin eserleri siyasi kimliğinin gölgesinde kalmıştır. Oysa Atsız’ın yaşadığı devirdeki siyasi yönelimin bakanlar ve milletvekilleri nezdinde bile Türkçü çizgisinde olması bir tarafa, Mustafa Kemal Paşa’nın, doğumu esnasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti için, gök zemin üzerinde bozkurt bayrağı tasarımı bile devrin siyasi yöneliminin Türkçü çizgide olduğunun işaretlerindendir. (Bu dönem ve dönemin milliyetçilik- Türkçülük anlayışları için dergipak.gov.tr adresinden daha detaylı araştırma sonuçlarına ulaşılabilir ancak şimdilik hakk yeme konusundan devam edelim.) Peki ne olmuştu da Atsız’ın şair kimliği siyasi kimliğinin gölgesinde kalmıştı?


Hiç şüphesiz yukarıda bahsettiğimiz edebi sanatların oluşmasında devrin ekonomik, sosyal yapısının etkileri kadar; siyasî yönelimlerin de etkisi göz ardı edilemez gerçeklerdendir. Bununla birlikte, deyim yerindeyse şairin takip ettiği ekol de önem arz eder. Divan şairlerinin âşık-mâşuk-aşk eksenindeki şiirleri incelenerek kabaca bir ortak payda çıkartılmak istense, hiç şüphesiz bu payda ‘âşık’ın mâşuk’tan hissesi (karşılık-beklenti-çıkar) yoktur’ olarak özetlenebilir. Fuzûlî merhumun,


Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni

Bir dem bela-yı aşktan kılma cüdâ beni


Dizelerinde, Kays’ı Kâbe kapılarında dile getirdiği rivayet edilen kasidesinde Leyla’nın aşkından, onu Mecnûn’a dönderdemesi de bu sebeptendir. Zaman içerisinde, gelişen ve değişen dil özellikleri olsa da divan edebiyatının bu düsturu karşımıza farklı kimliklerle çıkmaya devam etmiş ve bazen Nâzım Hikmet gibi şairin aşık olduğu kişiden hissesini elde etmesiyle, belki de yeniden şiir yazabilmek adına, farklı aşklara yelken açmasına ön ayak olmuştur. Tâ ki, Hüseyin Nihal Atsız’a kadar... Evet, Atsız şiirdeki tüm motifleri kendi zamanın gerektirdiği şekilde ifade ederken diğer şairlerden beklenmeyen bir yol izleme cesaretini gösterebilmiştir: hem kullandığı motiflerle hem de şiirin üslûbu ile... Şiirlerinde sıradan benzetmeleri bir tarafa bırakıp,


Hançer gibi keskin ve çicekler gibi ince

Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince


diyerek, duyduğu aşkı zirvede duygularla ifade ederken, bal dudak, elma yanak betimlemelerini bir tarafa bırakmış ve sevgilinin çehresini bir yönüyle hançerle kıyaslarken bir yönüyle de çiçek zerafatine büründürmeyi başarabilmiştir. Bir tarafta, klasik ekolden gelerek sevgilinin bakışlarını romantikleştiren


Anka dahi olsan düşersin pençe-i aşka,

Sayd-ı dile şehbaz-ı nîgâhın süzülünce


(yüceliğinden gölgesi ancak padişahların tahtına düşecek anka kuşu kadar asil ve ulaşılmaz bile olsan, yarin avını arayan o avcı bakışları üstünde süzüldüğünde aşkın pençesine düşersin)

dizelerindeki o avlanma hissini,


Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,

Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden


dizelerine yeteri kadar romantik ve yeteri kadar tehlikeli bir hale getirmeyi başarabilmiştir. Ya da,


Leblerin mecruh olur dendan-ı sîn-i buseden

bu haletle lâlin öptürmek muhal olmuş sana


(dudakların o kadar naziktir ki buse derken oluşan s harfinin titreşimi dudaklarını yara edebilir; hal böyle iken o ateş gibi dudaklar nasıl öpülebilir)

dedirten aşkın o abartısını,


Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;

Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;

Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,

Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse


Seviyelerine kadar çıkartırken, şiirin tamamı dikkatle incelendiğinde gizliden gizliye birkaç farklı duygunun en zirvede nakşedilebildiği bir şiir ortaya çıkartmayı başarabilmiştir. Daha da önemlisi klasik ekolün ‘âşık’ın mâşuk’tan hissesi (karşılık-beklenti-çıkar) yoktur’ felsefesinden de ayrılmadığını,


İçimdeki azgın devi rüzgarlara attım;

Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.


Dizeleri ile şiirin içine çok güzel bir şekilde bizlere göstermeyi başarmıştır.

Tâbii ki, Atsız’ın duygu karmaşasını zirvelerde yaşatan tek şiiri ‘Geri Gelen Mektup’ değildir. Biraz daha yakınlaşıp, ‘Mutlak Seveceksin’ ve ‘Gülmez Yüzlü Kadın’ şiirlerini de incelediğimiz zaman, her kesimden; herkesin, ulaşamadığı veya duygularına karşılık bulamadığı aşklarında tüm zıt duyguları bir arada yaşadığı o hali sâdeliğin şatafatını yansıtarak bizlere tattırmayı ve hatta yaşatmayı başarabilmiştir.



Peki, ‘Kahramanların Ölümü’ gibi bazı şiirleri sosyal medya ve türevlerinin etkisiyle bilinen bu ‘Öksüz Şair’in diğer şiirlerinin bu kadar gölgede kalmasının sebebi ne ile izah edilir? Oysaki sanat, sanat için veya toplum için değildir: sanat, bireyin yaşadığı tüm duyguları ve düşünceleri, içerisinde birbirine zıt tüm duygu ve/veya düşünceleri barındırsa bile, en etkili şekilde anlatmayı başarabildiğinden birey içindir. Acaba bu sorunun cevabı, Atsız’ın şair kişiliğinden ziyade siyasi kimliği ile mi alakalıdır?