Uzun ve yamuk çam ağaçları sarmaş dolaş ahenkle göğe yükseliyorlardı. Manzara, ne zamandır çarpık betonarme görmekten körelen ruhumda adeta ılık bir bahar havası estirmişti. Şehrin is kokan sokaklarından, oksijenden başımı döndüren bu ormana gelmek, küçük bir çocuk gibi sevinç yaratmıştı içimde. Uzun zamandır mutsuzdum, hâlbuki biraz iyi hissetmek bu kadar basitmiş, diye düşündüm. Kişisel sorunlar, korkunç ülke ekonomisi derken o kadar boğulmuşum ki, birkaç saatliğine iki bira alıp güzel bir manzarada piknik yapmayı bile ihmal etmiştim. Oysa şimdi bu ağaçların, kuşların içinde ilk defa gerçekten bir şeyin parçası ve hatta ait hissediyorum. Üstelik de mutluydum.

Doğa, şehrin ölümcül öğütücülüğünden kaçış için büyülü bir kapı, adeta başka bir âleme açılan portaldı. Parçası olduğumuz bu yuvanın asırlardır tam karşısında yer almamız ne acıydı. Burada her şey, bizim tersimize inanılmaz bir uyum, hoşgörü ve denge içindeydi. Yorgun kafamda bunları düşünüp rahatlıyor, ormanın sesiyle dinleniyordum. Yaşadığım dünyadan kısa bir anlığına da kopmuş olmaktan memnun, biramı yudumlarken yüksek sesle müzik çalan bir kamyonet, biraz uzağıma ormanın huzurunu kaçırırcasına yanaştı. Aracın kapıları açıldığında, artık orman düğün salonundan farksız hale gelmişti. İçeriden inen beş, altı genç erkek, oynamaya başlamışlardı. Anlamsız sesleri ve hareketleriyle bir makak sürüsünü andırıyorlardı. Üzerimizde yükselen ağaçlardan kalabalık bir kuş grubu havalanıp kaçtı. Biraz ötedeki zayıf bir köpekçik de bu curcunadan ürküp hızla uzaklaşmıştı. Tam karşımda, ben geldiğimden beri orada olan bisikletli çift de, bisikletlerine atlayıp gittiklerinde, kamyonetin çevresinde sadece ben kalmıştım. Etraflarında yaşam barındırmayan istilacı barbar bir grup gibi bağırıp çağırmışlar; yüksek sesli arabesk müziklerle doğanın sesini bastırmışla, herkesi uzaklaştırmışlardı. Uzun zaman sonra, kısa bir anlığına yakaladığım minik huzur zerresi kuşlarla beraber uçup gitmişti. Ne yapalım, diye düşündüm. Biram da az kalmıştı zaten.

Kısa boylu olan şarkıyı değiştirip, sesi biraz daha yükseltti. Osmanlı hücum marşı çalıyordu. Artık o kadar gürültü çıkartıyorlardı ki, Yüzüklerin Efendisi filmindeki gibi, ağaçların da yürüyerek buradan kaçacağını düşündüm. Gayri ihtiyari onlara bakınca, istemsizce gruptan biriyle göz göze gelmiştik. Saniyeler içinde aralarından birinin, sonra ikisinin, sonra da grubun yarısının çoğalarak beni süzdüğünü fark ettim. Onlardan ters yöne, manzaraya bakıp biramı bitirmeye çalışırken aralarından birinin neredeyse yanıma kadar gelmiş olduğunu fark edememiştim.

“Selamın aleyküm, ateş var mı aga,” dedi. Sesinde dostane bir tını yoktu. Soruyu anlamamış olabileceğimi düşünmüş olacak; isteğini işaret diliyle de destekleyerek, baş parmağını ‘çakmak yakma’ manasında yukarı aşağı sallayıp havada hayali bir çakmağı yaktı.

“Yok maalesef,” dedim. Onun tehdit edici ses tonu ve garip tavırlarına inat, gülümseyerek.

Karşılık vermeden, öylece yüzüme baktı. Hızlı hızlı nazar boncuklu tespihini çekiyordu. Rakibi karşısında büyük görünmek için kabarmış bir kertenkele gibi, zayıf kolları iki yana açılmıştı. Baştan aşağı beni süzdü. Küçük birer oyuğu andıran ışıksız gözleri biramda durdu. Kaşlarımı kaldırıp tekrar gülümseyerek ona baktım. Böylece kendimce ve nazikçe neden hala burada olduğunu soruyordum. Cebinden bir çakmak çıkarıp sigarasını yaktı. O anda bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım.

“Az önce bizim arabaya doğru bakıyordun,” dedi.

“Nasıl?” dedim.

“Bak birader, arkadaşlarımızla buraya gelmişiz. Güzelce oturuyoruz, gündüz vakti eline biranı almışsın arabayı kesiyorsun. Arabadaki kız benim kız arkadaşım, hayırdır?” dedi. Arabaya baktığımda, zar zor içeride bir kızın oturduğunu seçebilmiştim. Kız da bana bakıyordu. “İçeceksen evinde içsene kardeşim, biz böyle ulu orta görmek zorunda mıyız gündüz vakti senin pis içkini? Burası Müslüman bir ülke, saygı duymak zorundasın!”

“Ne diyorsun arkadaş sen? Ne arabaya bakması? İçeride birinin oturduğunu bile yeni gördüm. Geldiğinizden beri son ses müzik, bağıra çağıra Vandallar gibi davranıyorsunuz! Benim kendi halimde bira içmem mi kabahat oldu?” dedim. Aniden araçtaki müzik kesildi. Uzun boylu, sarkık bıyıklı olan genç:

“Yusuf, hayırdır kardeşim sıkıntı mı var?” diye bağırdı.

“He,” dedi. “Bu lavuk gündüz vakti kurmuş kendini içiyor. Aile var, kız var, içip içip milleti kesiyor.”

Ben henüz ne olduğunu anlayamadan, kuş sürüsü gibi uçup yanıma konuverdiler. Oturduğum yerden birkaç tokat, yumrukla başlayan süreç tekmeyle son buldu. Çabuk olmuştu. Şipşak dayak. Giderken içlerinden biri:

“Bu sana uyarı olsun dayı. Git evinde iç. Günahı senin, içmene etmene karışmayız herkese hoşgörümüz var,” dedi. “İki dakika huzurumuz var, onu da bozdu herif,” diye söylendi diğeri. Arabalarına binip, sert bir patinajla uzaklaştılar. Müzik sesi tozu dumana katarak uzaklaşırken, kulağımda hafif bir çınlamayla da olsa kuş cıvıltılarını tekrardan duymaya başladım. Dökülen biraya canım sıkılmıştı zira bir bira çok pahalıydı. Zorlanarak kalktım. Yavaş yavaş toplumumuzu rahatsız etmeyeceğim bir yere, evime; dolaptaki son biramı içmeye doğru yola koyuldum.