Dün öğleden sonra evde oturmuş, Norman Mailer’ın "Sert Erkekler Dans Etmez" adlı kitabını okuyordum. Sıkıcı bi' kitaptı. “Efe adamın kıçı başı oynamaz.” düsturu ile büyümüş biri için gereksiz bazı anlatılar... 86'ncı sayfadayken kapı çaldı. Ya da ben çaldığını sandım. Bu sıklıkla olur. Evde oturmuş, ne bileyim ne yaparken kapı çalar ya da ben çaldığını sanarım. Elimde ne varsa yan sehpanın üzerine bırakır, kanepeden kalkar, sağ dizimi orta sehpanın köşesine çarpar, psikosomatik ağrılarımın yerini alan gerçek bir ağrı ile bi' anlığına mutlu olur, salondan çıkar ve çalan kapıyı açarım. Gelen -çoğunlukla- hiç kimsedir. Ve artık ben o dakikadan itibaren evde durmak istemez, banyoya gider, saçlarımı briyantinler, kapıya döner, vişneçürüğü renkli, Oxford modeli ayakkabılarımı giyer ve özgüvenli bi' insan gibi evden çıkarım. Otoparkta düşmanı çelik pençesiyle ezmeye hazır bir kartalın vakur duruşuyla beni beklemekte olan "Mavi Kuş"uma bindiğimde, evdeki o öz farkındalığı olmayan şuursuz bir hayvana benzeyen halimden eser kalmaz ve kontağı şehadete susamış bi' Aydın efesinin keskin ve kendinden emin tavrıyla çeviririm. Sonra vitesi direkt ikiye takar ve debriyajı biraz geç salarım. Mavi Kuş, arka lastikleri üzerinde kayarak ok hızıyla "Pilav Dağı" eteklerinden çevre yoluna doğru koşmaya başlar. İşte, dün öğleden sonra da bunlar oldu ve ben evden çıktıktan 15 dakika kadar sonra Kavaklıburun'daydım. Arabadan inip Kavaklıburun'un sembolü olan, hemen kıyıya yıllar önce devrilmiş kavak kütüğüne doğru yöneldim. Kütüğün üzerinde oturmakta olan ihtiyarı görünce tapulu malı işgale uğramış bi' insan gibi irkildimse de bozuntuya vermedim. Yaklaştım. İhtiyarın yanına oturdum.

Esmekte olan imbatı kastederek “Bu rüzgar neden eser bilir misin, Dayı?” dedim.

En az benim kadar irkilmişti ihtiyar.

“Kara, bütün gün ısındı,” diye devam ettim. “Üzerindeki hava yükseldikçe yükseldi ve bi' alçak basınç alanı oluşmaya başladı.”

Bir yandan anlatıyor öbür yandan ihtiyarı kesiyordum. Uyuklar görünüyordu. Devam ettim.

“Derya, kara kadar çabuk ısınamadı. Gün boyu derya ile kara arasındaki sıcaklık farkı arttı. Derya üzerinde yükselemeyen ve çöken hava, deryanın biraz açığında bir yüksek basınç alanı oluşturdu. Ve hava yüksekten alçağa doğru akmaya başladı.”

Anlatırken ihtiyarın yüzüne bakıyordum. Artık uyuklamıyor, o da benim yüzüme dikkatlice bakıyordu.

“Sen burada oturmaya devam ettikçe kara ısınmaya yani kara ile derya arasındaki sıcaklık ve dolayısıyla basınç farkı artmaya devam edecek. Böylece imbat daha da sertleşecek…”

Tam bu noktada ihtiyar, şaşkın sessizliğini bozdu.

“Evet,” dedi. “Tıpkı o!”

Bu kez ben şaşaladım. İhtiyar “Bir insan, başka bir insana bu kadar benzer.” diye devam etti.

“Beni kime benzettin, Dayı?" dedim.

Başıyla önümüzde uzanıp giden denizin öbür tarafını gösterircesine “Yunanistan’da, Atina’nın dışında bir 'Kifisya' vardır; sayfiye. Orada bir pezevenk tanıdımdı…” dedi.

İhtiyar, bu kez hiçbir kötü maksadı olmayan insanlara özgü bir şekilde bomboş gözlerle bakıyordu yüzüme.

Gülmeye başladım.

“Afedersiniz,” dedi. “Gülünecek bir şey mi söyledim?”

“Yoo…” dedim. “Sadece beni bi' pezevenge benzettin.”

“Ne çıkar bundan?”

“Bilmem?”

“Yorgo’ydu adı,” diye devam etti ihtiyar. “Müthiş benziyorsun. Çok sık rüyama girer Yorgo. Profili harikulade Yunânî'ydi, Yorgo’nun. Muhteşem bir Yunânîlik. Senin tek farkın, Helen-Pers karması oluşun. Yorgo gibi bir insan yeryüzünde başka yoktur, diye düşünürdüm. Mamafih sen…”

Daha fazla dayanamadım. Kendi malım gibi gördüğüm ve üzerine başkalarının oturmasına asla dayanamadığım kavak kütüğünden kalktım ve yürüyüp Mavi Kuş'a bindim. Eve nasıl döndüğümü hatırlamıyorum. Salona geçip radyoyu açtım. Zagreb radyosunda, Lili Marlen türküsü çalıyordu…