Geceydi. Ilık bir esinti vardı dışarda. Evlerin açık pencerelerinden sokağa, belli belirsiz, anlaşılmaz sohbet sesleri ve televizyon uğultuları yayılıyordu. Akşam mesaisinden çıkmış telaşlı birkaç işçi, hızlı adımlarla geçtiler yanından. “Abi Onur geldi, buna kafaya bi koydu; bunda tık yok. Dedim it, havan sadece bizeydi de mi. Ama var ya, vallahi…” Yanından geçen işçilerin sohbetinin sadece bu kısmını duymuştu. Denk geldiği bu sohbet kesitleri ona hep enteresan gelirdi. Bir vakitler bir oyun icat etmişti; rastgele duyduğu sohbetlerin önünü ardını kendi tamamlıyordu. Genelde absürt şeyler uyduruyordu içinden. Ama şimdi, sadece merak ediyordu. Kimdi bu Onur mesela? Kafayı kime koymuştu? Kafayı yiyenin yaptığı itlik neydi? Neden… Bir an durdu, başını çevirdi ve derin bir nefes aldı. Son geçtiği evin içinden bir karpuz kokusu hissetmişti. İkinci defa soluyunca, birden canı çekti. Oldum olası burnu iyi koku alırdı. Severdi de bu yönünü. Yeni girdikleri ortamlardaki koku üzerine arkadaşlarıyla iddiaya girer, kazanırdı çoğun. Böylesi iyi koku alma yeteneğini içten içe -ama belirsizce- zekâsıyla özdeşleştirirdi. Ama şimdi böyle, apansız zihnine doluşan olgun karpuz kokusu canını çektirdikçe sıkmıştı da. Yolun karşısına geçti, bir sigara yaktı. Sonra, başını kaldırıp göğe baktı. Elektrik ve anten kabloları, esintiyle uçuşan balkon perdeleri, kurumaya bırakılmış çamaşırlar ve bir yığın karma karış, tuhaf yaratıklara benzeyen nesneler kuşatmıştı sokağın tavanını. Gökyüzü birkaç körlek yıldız ve pustan ibaretti. Öfkelendi. “Ulan…” diye başlayıp bir küfür savurdu içinden. Değişmesi gereken ne çok şey vardı şu memlekette… İşte bu çokluk, onu heyecanlandırırdı çoğun. Dört elle, kırk elle sarılası gelirdi her işe. Ama bazen de boğulurdu bunların içinde. Kendini öylesine güçsüz ve değersiz hissederdi ki… Şu sokağın tavanı mesela. Devletin, hükümetin adı, biçimi ne olursa olsun, şu sokak hangi şehirde olursa olsun, burada büyüyen, gökyüzü diye karmakarış ucube bir çorbayı izleyen insandan ne hayır gelirdi ki memlekete..? Dalmıştı. Birden, az ötesinde, kaldırıma uzanmış birkaç kediyi fark etti. Az daha yürüse kediler, ayak sesleriyle irkilip kaçışacaklardı. Kaldırımdan indi ve kedileri rahatsız etmeden, yoldan yürüyüp ilerledi. “Ne iyi adamım lan” diye güldü içinden. Gülümsemesi büyüdü ve içinde yeni bir umut belirdi. İşte bu sikko, çöp tenekesi kokulu sokakta bile kedileri rahatsız etmemek için kaldırımdan inen birileri olduğu sürece, bir şeyler değişecek demekti. Fikir hoşuna gitti, mutlu oldu. Ama onu mutlu eden, fikrin kendisi miydi yoksa bunu bulanın kendisi olması mıydı, bilemedi. İrdelemedi de. Yaklaşmıştı. Cemille buluşacaktı.


-Eee? Ne yapacaksın peki?

-Yoldaş, gideceğim buradan.

-Nereye?

-Burdur’a.

-Ne işin var ya hu Burdur’da!

-E Burdurluyum ya ben.

-Biliyorum ya hu. Kastettiğim o değil. Ne yapacaksın Burdur’a gidip de?

-Olmuyor Zafer yoldaş. Kayboluyorum burada ben.

-Nasıl? Neden kaybolacaksın ki? İşte buradasın. Ben varım, sendika var, parti var.

-Biliyorum, hepsi var. Ama ben yokum.

-Şu zırva “birey olma, bireysellik” bilmem ne teranelerine mi takıldın yoksa Cemil? Bırak allahını seversen. Ne zamandır zaten bir haller vardı sende. Oturup konuşamadık da doğru düzgün. Bu mudur yani şimdi söyleyeceğin şey? Birey olmak için bir de kalkıp Burdur’a gideceksin. Ya hu altı ay önce şöyle şöyle yapacaksın falan desem, kovardın beni evden. E şimdi ne oldu? Ben seni… mi derdim yani?


Bu üç noktalı kısımda Cemil, kalkıp mutfağa gitti. Altında, diz yapmış gri eşofmanı, üstünde beyaz atleti vardı. Gerçi atleti, o kadar da beyaz değildi. Atletin beyazlığı, renginden değil, türündendi. Pazarlarda beyaz atlet diye satılan bu iç giysisi, birkaç haftada Cemil’in gövde rengine bürünüyordu. Hatta geçenlerde Zafer, epey takılmış, gülmüştü onun bu haline. Sonra neden, bir anda, bir şeyler dank etmişti. Cemil’in anası, o dört yaşındayken ölmüştü. Atletinin sadece isminin beyaz olmasının sebebi buydu demek ki. Annesizlik, insan için nasıl da süreğen bir varoluş haliydi ve iki ilgisiz insan için nasıl da büyük bir ortak paydaydı… 


Konuşurken bir şeyler yemek, âdetiydi Cemil’in. Sanki elleri, ağzı boş kalsa, zihni de dağılıp gidecekmiş gibi ciddi şeyler konuşacağı zaman hemen bir şeyler buluşturur, onu didikleyerek konuşurdu. Şimdi de mutfaktan, yalap şap yıkanmış birkaç domatesle gelmişti içeri. Bir bıçak bile yoktu. Tabağın içinde domatesler ve bir de tuzluk. Zafer, Cemil’in bu hallerini bilmez değildi. Ama gayrı ihtiyari, “bu ne len” diye söylendi. Sonra irice bir domatesin su damlacıklı yerlerine tuz döküp ilk ısırığı aldı. Lezzetli bir domatesti. Kim bilir nereden bulmuştu. Ama Cemil’di o. “Bize çocukluğumuzun domatesini bulsana” dese biri, o akşam bulur gelirdi... 


-Nerden buldun bu domatesleri Cemil?

-Ayarladım işte bir yerlerden.

-Ya sen var ya!


Böyle de bir huyu vardı Cemil’in. İllegalite ruhuna işlemişti. Öylesine tuhaf bağlantıları vardı ki, saçma salak bir semtte otururken bile işte böyle nadide domatesleri bulup çıkarırdı ortaya. Ama kendine domates satan adamı bile ifşa etmez, gizli tutardı... İkinci ısırığı aldı Zafer. Bir domatesi işte böyle, tuzlayıp ısıra ısıra yemeyeli belki yirmi yıl oluyordu. Ve bu davranış, şimdi nasıl da arkaik geliyordu. Bir zamanlar, elinde domatesle sokağa fırlardı oysa. Ama şimdi, bunu yapan tek bir çocuk kalmamıştı. “Bu terk edişin bile altında kim bilir neler yatıyor” diye düşündü. Ve birden, “ihihi” diye güldü. Ne tuhaf adamdı ya hu şu Cemil! Parti meselesini konuşmaya gelmişken, elde domatesle ve tuzlukla gelmek de neyin nesiydi? Hem, Burdur neydi abi; Burdur ne?


-Yoldaş, Burdur ne ya hu? Ne bulmayı, ne yapmayı umuyorsun ki orada?

-Bak Zafer, ben buraya üniversite okumaya geldim. Okulu uzattım, şu oldu bu oldu, önemli değil. Zaten bitirmeyi de düşünmüyorum. Lise yıllarımdan kendime sosyalist diyordum, buraya gelince de sizlerle tanıştım. Siz olmasanız da muhakkak birilerini bulurdum. Mesele bu da değil aslında. Zafer, ben burada kendimi, hiç kimse gibi hissediyorum, mesele bu. Az önce dedin ya, ben varım, sendika var, parti var falan diye. Eyvallah. Tabii ki varsınız. Ama inan ki ben yokum. Yanlış anlama, ben bunu, ne bir sendika ne de parti eleştirisi için falan söylemiyorum. Mesele, benim burada, bir bütün olarak şahsiyetimi kaybediyor oluşum. Ben buraya gelmeden önce, Burdur’da, mahallenin çocuklarına ücretsiz matematik dersi veriyordum. Kendim de öyle matematik dehası falan değilim ama sahiden faydalı hissediyordum o zamanlar. Sonra yazın, dayılarımın fasulye tarlalarını sulardım. Hepsinin geçmişini sikeyim bu arada. Anamın miras hakkına çöktü pezevenkler. Durduk yere kızdım bak şimdi. Yoldaş ben, Çek Deveci Deveyi türküsünü dinlerdim. Geçen gün bir baktım, Cem Adrian, Şebnem Ferah falan dinliyorum.

-E dinle işte. Güzel müzik yapıyorlar. Ne var ki bunda? 

-Öyle değil işte. Benim bunları dinlememin sebebi, okuduğum kitaplar.

-Cem Adrian ve Şebnem Ferah’ın harika müzikleri diye kitap mı okuyorsun?

-Kafa bulma benle. Rock müzik, Rap müzik üzerine elime bir şeyler geçmişti zamanında, onları diyorum. Bilmiyormuş gibi bakma bana. Koskoca bir sol külliyat var her şeye el atmış. Biz de bunları okuyup nasipleniyoruz işte.

-Cemil, kızdırma bak beni. Şimdi sen bu şarkıcılar yüzünden mi çıkıp gidiyorsun?

-Hacım bak, ben diyorum ki, bazı eleştirileri ben, hazır olarak aldım. Benim yaşadığım sıkıntıların arasında rap müziğin tarihi bilmem ne yok, tamam mı? Her şeyin en doğrusunu bilmeye çalışmanın, her şeyin en doğrusunu yapmaya çalışmanın yarattığı bir salaklık bu. Ben Burdurluyum ya hu. Yedi yıl okuyup da mezun olamamış, yılın yarısını işçi yarısını öğrenci olarak geçiren biriyim. Bana ne metal müziğin tarihinden, bana ne Van Gogh’un resimlerinden? Guernica’yı bilmem neyi eleştirmek bana mı kaldı? Sakın bak, öyle entelektüel işçi bilmem ne saçmalığına girme. Bunların hepsi hazır eleştiriler. Git yüz tane solcu topla, hepsi benzer şeyler söyler. Yoldaş, benim gibi bir adamın kaldırım taşlarını eleştirmesi lazım. Ayakkabılarımın anasını ağlattılar. 

-Cemil, artık buradasın ama. Yedi yıldır bu şehirdesin. Yaşanılan kent, insanı dönüştürür. Bunlar da senin yaşadığın dönüşümler işte. 

-Zafer, ben dönüşmedim, eksildim. Bir kaptan çıkıp bir başka kaba girmedim. Ben, bir kaptan çıkıp boşluğa düştüm. İşte birkaç ay önce, dinlediğim müzikler üzerine düşünmeye başlayınca fark ettim bunu ben. Mesele müzik falan değil, anlamışsındır. Bu sadece bir ipucu. Seninleyken, sizin yanınızdayken, ne güzel, amaçlarım var, eylemler var, pankartlar, afişler, grevler var. Peki ya ben, “artık partili değilim, şu sendikadan değilim” dediğim anda ne olacak? Hadi beni tutup kulağımdan, kaldırıp rastgele bir semte fırlatıp at. Neyim ben orada? Bir hiç. Ne yapabilirim, neyi değiştirebilirim? Savrulur giderim, değil mi? ‘Benim’ diye sahiplediğim o hazır eleştiriler, o göze sürme misali kültürel ıvır zıvırlar ne olur buhar olur uçar. Üç beş yıl solculuk yapıp da kopan tiplere baksana bi. Her biri savrulup nerelere gitmiş. Hiç düşündün mü bu adamlar neden savruluyor diye? Dünün solcusu tipler, bar-pavyon işletiyor. Sakın bana, atmışında bile solcu olanları falan anlatma. Onlar için solculuk sadece bir alışkanlık. Güya yaşları el vermiyor diye pratik bütün işlerden kaçarlar, sonra arada bir, birkaç merkezi eyleme katılırlar, o kadar. En son da parti binalarında helelö helelö diye teorisyen pozlarıyla ahkâm keserler. Ha siktirsinler. Benim dedem sekseninde, sırtında dağdan odun indiriyordu be. 


“Devrim dediğin, büyük kentlerden başlar. Özellikle metal sanayisinde örgütlü işçilerin merkezi grevleriyle…” İçinden böyle katı, motomot cümlelerin geçmesi tiksinti verdi Zafer’e. Teori parçalamanın sırası değildi. Anlatmalıydı Cemil. Barutu ne kadarsa, sözünün de sınırı o olmalıydı.


-Toplum dediğin, kapısını açıp da “ben geldim hacılar” diyeceğin bir şey değil Zafer. Ben buraya gelmeden önce de milyonlar yaşıyordu bu şehirde, şimdi de. Bunca insan bir arada, öyle bir şey yaratıyorlar ki sen, sen olarak kalamıyorsun. Bunu öyle bilinçli olarak falan da yapmıyorlar. Hani şu, sendikadan çarptığımız kırmızı gömlek vardı ya... (Evet, kırmızı gömlek. Askıda görmüşlerdi gömleği. Birinindir diye ilişmemişlerdi ilk gün. Ama ikinci gün, o gömlek artık onlarındı. Cemil, boyun hizasında askı izi yapmış gömleği hemen sırtına geçirmiş ve sonra “hoh hoyyt! Ben bunu giyerim hacım” demişti. O andan sonra, sahibi de gelse, alamazdı elinden gömleği. Cemil böyle biriydi işte. Bunu Zafer’e de öğretmişti bir şekilde. Sendikanın kitaplığı sebildi onlar için –nasıl olsa kimseler okumuyordu- ve parkta unutulmuş bir pense, gece, bir dükkânın eşiği önüne bırakılmış çay bardakları da şüphesiz onların malıydı. Parti merkezindeki Lenin heykeli de en çok Cemil’in masasına yakışmıştı. Evet, kırmızı gömlek.) İşte o gömleği aldıktan (çarptıktan) birkaç gün sonra cebine, tükenmez kalemin mürekkebi aktı. Gömlek kırmızı, cebi oldu mavi. Dedim ne olacak ya hu, giyerim ben bunu böyle. Giyindim de. Sonra otobüste, yolda, herkesin gözü cebime kaymaya başladı. Öyle baktılar, öyle büyük baktılar ki. Lanet olsun dedim, kaldırıp dolaba attım gömleği. Sinirden ne yapacağımı bilemedim. Baksana bana ya hu! (Böyle diyerek Cemil, bir anda ayağa fırladı. Uzun boylu, kemikli biriydi. Zafer, kalın bileklerinden dirseğine kadar uzanan damarlarına baktı Cemil’in. İşte bir işçi kolu tam da böyle olmalıydı. Lise yıllarından beri özenirdi böyle sağlam kollara. Kendi de öyle çelimsiz biri değildi ama işte böyle tok kollara sahip olmayı çok isterdi.) Baksana şu gövdeye Zafer. Sıksam taşı parçalarım. Ama dik dik gömleğime bakanlara karşı hiçbir şey diyemedim. Zafer, ben, gömlek cebi lekeli bir gömleği giyinecek kadar güçlü değilim, anladın mı? Bunu anladım işte. Hiç biri de neden baktığını bilmiyordu. Bilseler, oturup anlatırsın. Bir noktada patlasam, tutsam birini… 

-Sonra gazeteler yazardı; “çılgın işçi, gömlek cebindeki lekeye bakan adamı komaya soktu!” 

-Hah! Aynen öyle. Sonra ne oldu biliyor musun? Yine aynı otobüste, yine aynı sokaklarda hiç kimse ama hiç kimse bakmadı bana. Otobüs ani bi fren yapsa da düşüp bacağımı kırsam, millet kılını kıpırdatmaz, kulaklıkla müzik dinlemeye devam eder valla. İşte böyle Zafer. Bu milyonlarca insan, sadece bakarak ve sadece bakmayarak mahvedebilir insanı.

-Eyvallah Cemil, dediğini anladım. Ama şu kısmı atlıyorsun; büyük şehirlerin vaat ettiği şey tam da bu. Herhangi biri olmak, sıradanlaşmak. Geldiğin şehirde, evde bile otursan, sokaktan geçen birileri seni tanıyacak, burnunu karıştırırken görse, arkandan dedikodunu yapacaklar. Sokakta yürürken de ha keza. Gömleğindeki mürekkep lekesi bir leke olarak görüldüğü için dikkat çekmiş sadece. Oysa bak dışarıya; yırtık pantolonla dolaşan mı dersin, kaşı gözü dövmeli tipler mi dersin, dört parmak şortla gezenler mi dersin, ne istersen var. Kimse de dönüp kimin ne giyindiğine bakmıyor. Hadi bu kıyafetleri Burdur’da giyinsene. 

-Yani şunu savunabildin ya helal olsun sana Zafer. Benim kastettiğim bu mu hacım? (Karşılıklı oturup konuşurken, bazen yoldaş bazen hacım derdi Cemil. Nerden diline dolanmıştı bu “hacı” olayı, bilmiyordu. Belki fabrikanın bir alışkanlığıydı. Ama Cemil, ikisini de söylerken samimi olurdu. Yoldaş dediğinde, akan sular dururdu. Can alır, can verirdi o an. Hacım dediğinde ise bir ılık su olurdu. Henüz partili olanlar, pek anlamazlardı bu yoldaşlığı. Sanki onları, diğerlerinden ayıran üstün bir nitelik gibi görürlerdi bu sözü. Özelikle birileri duysun isterlerdi. Otobüste, yolda yürürken ve yüksek perdeden yoldaş derlerdi birbirlerine. Bunu fark etmişti Zafer. Uyarayım mı diye kurmuştu kafasında ilkin. Sonra gençliklerine vermiş, üstelememişti.) Diyorum ki burada ben, mahallem, semtim dediğim yerde bile her hangi birisiyim. Bu, başkalarının bana nasıl baktığıyla ilgili bir durum değil sadece. Ben de bir aitlik hissetmiyorum. Az aşağıda trafik kazası oluyor, bana ne diyorum, yukarı mahallenin çamlığında yangın çıktı geçen gün, tuttum itfaiye arabalarının geçişini izledim sadece. Gecenin bir yarısı deli gibi motosiklet sürüyorlar bağırta bağırta, gidip yakalayıp da ağızlarını burunlarını kıramıyorum. (“Ama iki yıl önce, patron olacak itin ağzını burnunu kırmıştınız” diye düşündü Zafer. Söylemedi. Sonra düşünürüm diye zihninin derinlerine bir yere gönderdi bu fikri) Sana da tuhaf gelmiyor mu Zafer? Mahallenin yangınına koşmuyorum, it kopuk tayfasının ağzını gözünü patlatmıyorum, trafik kazasına bana ne diyorum. Hep birilerinden bekliyorum. Kimse artık o birileri? Hatta kimseden bir şey beklemiyorum. Bu böyledir Hacım deyip geçiyorum. Bahsettiğim boşluk işte bu Zafer. Burada sorunlar soyut, eleştiriler soyut, kavgalar soyut, insanlar da soyut. Benim Burdur’a gidip dayılarımla hesaplaşmam lazım.

-Dayılarımla hesaplaşma vaktini kaçırdım diyorsun ha. (Bu sözü bilerek, Cemil’i kızdırmak için söylemişti. Güya Cemil parlayacak, “ben onu mu dedim” ya da “hay senin kıt anlayışına” diyecekti. Hiçbir şey demedi Cemil. Daha doğrusu “he he” dedi geçti. Anlamıştı Zafer’in yapmak istediğini.)