***

Gel benim resmimi çek be gardaşım

Gün gelir hatıram silinir belki

Ömür dediğin bir yayvan torba

Bir gün zeval bulur delinir belki


***


Aşık Mahzuni Şerif, aşık geleneğinin en protest örneği... Onu diğer ozanlardan ayıran; beslendiği damarın özünü kavraması, ardından çağımızın Pir Sultan'ı haline getirense başlı başına yaşadıkları, mert duruşu, bükülmeyen boynu ve halkının yaşadıklarını teline sığdırması elbette.


Onu en güzel anlatanlardan biri de Fikret Okyam, gelin bakalım neler söylemiş Mahzuni hakkında…


Fikret Otyam: Yıl 1961'di, tahmin ediyorum. Ankara'daki evime Osman Dağlı'yla geldi Mahzuni. Hasan Hüseyin Korkmazgil göndermiş onları. Evde büyük bantlı bir makara teybim vardı. Onunla kayıtlar yaptım. Mahzuni'nin üzerinde bir askeri kaput vardı. Postalları vardı. Mahzuni'ye göre iri yarı olan yanındaki adam sevimliydi. Evde çalıp söylediler. Sesine, deyişlerine hayran kaldım. O zamanlar, "Alevilik yanlış anlaşılıyor. Biz bunları değiştirmek istiyoruz. Ben Aleviyim. Osman, adından da belli, Sünni. Biz bunları ortaya koymak için yola çıktık. Yani bu ikiliği önlemeye çalışıyoruz elimizden geldiğince." diyordu Mahzuni. Tabii ben her ozanı bağrıma bastığım gibi bu biri Sünni, diğeri Alevi ozanı da bağrıma bastım. Gençlik yılları dışında bütün hayatı adım adım ellerimde geçti Mahzuni'nin. Askerliğini bizim evde yaptı. Bandodaydı. Bana telefon ederdi, evci çıkmasını sağlardım. Evde bir oda onundu. Pijaması her zaman odasında dururdu. Bir sazı vardı, onunla çalıp söylerdi. Ben de mütemadiyen kayıt yapardım. Bana baba, demeye başladı. Onun manevi babası oldum. Birkaç yıl önce 3. Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü'nü canlar bana uygun gördüler, sağ olsunlar, hiç unutmam. Ertesi yıl ödülü Mahzuni'ye verdiler. Töreye göre ödülü, bir yıl önce kazanan veriyor. Biz çıktık Mahzuni'yle ödül töreninde sahneye. Mahzuni'nin ödülü aldıktan sonra bir şeyler demesi gerekiyor. Ağzından "manevi babam" yerine "öz babam" gibi bir laf çıktı. Onun gerçekten babasıydım. "Baba aşağı, baba yukarı..." Filiz de annesi oldu. Ona da "anne sultan" diyordu. Antep'te yıllar sonra karşılaşmamız ilginçti. Bir arkadaşım bir gece dedi ki, "Mahzuni de Antep'te. Hele bir arayalım." Telefonu aldı, "Mahzuni, sana acı bir haber vereceğim. Baba Otyam öldü." dedi. Ben de öbür telefondan dinliyorum. "Ya ölecek o kadar çok adam var ki... Ona sıra gelmez." dedi Mahzuni. "Gel ulan, şu adresteyiz." dedim. Çıktı, hemen geldi. Bir zamanlar "Dom Dom Kurşunu" çok meşhurdu. Hürriyet'in Sedat Simavi Ödülü'nü de almıştı o türküyle. Bir gün Mahzuni'ye, "Ulan nedir bu türküdeki keramet?" dedim, "Millet dans ediyor, horon tepiyor, göbek atıyor, halay çekiyor bu türküyle... Ulan nasıl bir parça bu? Nereden aklına geldi bunu yazmak?" Doldurduğum bir bantta bunları uzun uzun anlatıyor. Ama ne oldu? O anda birçok deyiş, şarkı, türkü, beste gibi -hangi türde olursa olsun- geldi gitti bu türkü de. Ama Mahzuni'nin o kadar güzel yapıtları var ki.. Bunlar gelip geçici değil, kalıcı eserler. 12 Eylül'den sonra postayla paket göndermek zorlaşmıştı. Bir gün Antep'teki dostlardan iki kutu baklava gelmiş Gazipaşa Postanesi’ne. Hemen gittim, oradaki görevliden paketleri aldım. Birinin içinden bir kaset çıktı. Diğeriyse gerçekten baklavaydı. Baklavayı oradakilere bırakıp kaseti aldım. Arabada kaseti dinlemeye başladım. Mahzuni'nin benim için doldurduğu bir kayıttı. Evin iki dakikalık yolunu 60 dakikada gittim. Özlemiştim Mahzuni'nin sesini, türkülerini. Kaseti yarıda kesmeye kıyamamıştım. Bilemiyorum ama, aramızdaki gerçek bir baba-oğul ilişkisi olsaydı, bu kadar dürüst, dostça ve duygulu olur muydu?

Bende öyle kayıtlan var ki, şöyle başlıyor: "N'olur baba erenler, bu kaseti başka kimseye dinletme. Yalnız sen dinle." Ben barak havalarını, hoyratları, uzun havaları çok severim. Bunları sevdiğim için bana özel bir kayıt yapmış mesela. Kendi türküleri yerine usta malı söylemiş. Nasıl içinden geldiyse öyle okumuş... 23 Nisan 2002'de Ankara'da Pir Sultan Abdal Derneği'nin Çankaya şubesinde iki ozan için bir anma gecesi düzenlendi. Bu ozanlar, Çamşıhı'dan Mehmet Ali Kara Baba ve Feyzullah Çınar'dı. Dernek Başkanı Kamber Çakır beni de davet etti. Sergi için çalışıyorum. Mahzuni'nin de katılacağını duyunca daveti kabul ettim. O gece Mahzuni'yle yan yana oturduk, can cana konuştuk. Sanki son konuşmamızı yapıyorduk. Ona karşı tüm dostluğumu, sevgimi anlattım. Arşivimde en uzun kayıtlar iki büyük ozanındır. Kalbimin yarısı Feyzullah Çınar, yarısı Mahzuni Şerif'tir. O gece Kamber güzel bir konuşma yaptı. Konuşmadan sonra Mahzuni'ye dedim ki, "Yahu Mahzuni, kafayı çekiyor musun?" Cevap verdi: "Vallahi baba erenler, çekiyordum ama doktorlar içki içmeme izin vermiyorlar." Ben de şeker hastası olduğum için içki içemiyorum. Mahzuni'ye dedim ki, "Gel ulan, çıkalım seninle, birer kadeh rakı içelim bu gece." Ne yazık ki çıkamadık. Acayip bir geceydi. Bilemiyorum, anladık mı acaba onun gidip benim kalacağımı... Gecenin en ilginç sözü Kamber'den gelmişti: "Gelecek yıl yine burada, aramızdan ayrılan birisi için toplantı yapacağız." Allahım, korkunç bir şey bu! Üzgünüm ama, bu piyango bana baba diyen Mahzuni'ye çıktı. Geçenlerde Mahzuni öldükten sonra, benim eski arşivimden kaydedilmiş bir CD elime geçti. "Yaşım 40 Otyam Baba" diyor Mahzuni ve bana bir yığın vasiyette bulunuyor. Biliyor musunuz, ben Mahzuni öldüğünde ağlamadım. Daha öncesine gideyim, Feyzullah Çınar öldükten sonra hiç ama hiç ağlamadım. Ahmed Arif bir şiirinde "ağlamak yiğit başınadır" der. Ben içimden ağlıyorum giden dostlanm için. Neredeyse bir yıl önce, Almanya'da bir dostum, "Baba ilaki bana bir Feyzullah Çınar çalsana." dedi. Diyemedim ki "Yahu Feyzullah öldü, sana başka bir şey çalayım." Gazipaşa'daki evimdeydik. Yukarı çıktım. Makara bantı çıkardım. Çalmaya başlayınca hüngür hüngür ağladım. Ama kadere bak, Mahzuni öldükten bir ay geçmeden elime o CD geçti, bir dinleyeyim dedim. Kulaklığı taktım, düğmeye basar basmaz vasiyeti gibi başlayan deyişini dinleyince nasıl ağladım... Filiz yanıma geldi "ne oluyor?" diye, "Mahzuni öldü!" dedim. Mahzuni gerçekten çok erken öldü diyebilirim. Ama yukarıdaki koca adam öyle uygun görüyor. Yapacak bir şey yok.


Tesadüfe bakınız ki evde yeni bir film makarası buldum. İçinden Ankara'da Tolga Çandar'ın evinde Mahzuni'yle buluştuğumuzda çektirdiğimiz fotoğraflar çıktı. Biliyorsunuz, teybim her zaman açıktır, sürekli kaydeder. Mahzuni'yle buluştuğumuzda da söylediği şuydu: "Baba Otyam olmasa acaba biz olur muyduk?" Haşa! Elbette olacaklardı. Ama ben onlara sevgi kanatlarımı açtım.


Bu alıntıdan sonra ne anlatsak eksik kalır. Mahzuni tırnakları çekilinceye dek işkence görmüş, üstelik cezaevinin yanında kendi türküleri çalınırken onları dinleyerek hem de. Vasiyeti üzerine Nevşehir-Hacı Bektaş'ta aydınlarla birlikte yatıyor ulu çınar. Mahzuni'nin sesi Anadolu'nun sesi. eski bir teypte, pikapta dönüp durduğu kadar günümüz Türkiye'sinde de yeni albümlerle yeni seslerle can buluyor. Gölgesinde daima aşıklar... ''Masal oldu bitti işte, gökyüzüne uçtu işte.''


"Ağaç olacağım, toprak olacağım, su olacağım, geleceğim, yine geleceğim..."


Yazımın başlığına gelecek olursak, Aşık Mahzuni Şerif'in Kirvem Aman türküsünde geçen bir cümle ''Bir selamın adı mı olur?'' Türkü hakkında çok çeşitli rivayetler var ve fakat biz biliyoruz ki Mahzuni'nin yaktığı her türkü -ki türkü yakmak derler ona Anadolu'da çünkü bir şey olur da türkü yakılır, öyle kitap yakar gibi, tiyatro yakar gibi türkü yakılmaz. Muhakkak bir anlam taşır. Kirvesi Hüseyin'in Erzincan'a gelirken geçirdiği trafik kazası sonucu vefat etmesi üzerine türkü derin bir anlam taşıyor.


  1. Aşık Mahzuni'den... https://www.youtube.com/watch?v=c_0lO4QSEQs
  2. Beğendiğim bir başka yorum... https://www.youtube.com/watch?v=ePFWL4OABIY