Sosyal medya kavramı internet ortamının demokratikleşmesinden sonra yani WEB 2.0 araçlarının yaygınlaşmasından sonra hayatımıza girdi. Her çevreden insan artık internet ortamında paylaşım yapmaya, fikir belirtmeye ve yorum yapmaya başladı. Kimilerine bu durum özgürlük gibi geldi. Çünkü insanlara ne izleyeceğini seçmesi, hangi konuda nasıl bir fikre sahip olduğunu göstermesi, nerede nasıl bir manzarada yemek yediğini göstermesi için alanlar sunulması onları değerli hissettirmişti. Onları özerk ve otonom olduklarına inandırmıştı. Toplumsal anlamda (sözde) söz sahibi olmak onlara özgüven kazandırmıştı. Ama bu saydığım faydaların da bedeli vardı: Her gün kullanmak, uyanır uyanmaz kullanmak, hızlı kullanmak, akıllı telefon, tablet ve bilgisayara ulaşabildiğin her yerde kullanmak, gerçekliği unutup sanal dünyaya geçmek, herhangi bir gezi, yemek, buluşma öncesi atılacak tweet, story ve fotoğraf altı özlü söz kurgusu yapmak…


Teknoloji şirketleri oluşturdukları bu platformlarda kullanıcıların yorumlarını, paylaşımlarını ve diğer tüm kişisel verilerini kullanmak için bu siteleri ücretsiz hale getirmişti. Kişisel veriler de Bilgi Çağı’na girildiği bu dönemde büyük güç olarak görülüyor. Tabii bu şirketler insanların kişisel verilerinin gücünü görünce bu platformlarda yenilik üzerine yenilik yapmaya başladı ki kullanıcılar daha fazla kullansın ve daha fazla veri üretilsin istediler. İlk kez bir Instagram hesabı açtığınız zamanki uygulamanın arayüzünü düşünün, -o zamanlar Instagram altta ve üstte mavi şeritleri olan, kahverengi fotoğraf makinesi biçiminde de logosu olan bir uygulama (app) idi- şu an kullandığınız uygulamayla arasında dağlar var. 


Evet tabii, her şey değişirken neden bu ortamlar değişmesin değil mi? Ancak sorun şurada ki insanlar bu yenilikleri kimi zaman beğenip kimi zaman da eleştirip (sözde) söz sahibi oldukları bu platformlar hakkında konuşma hakkına da sahip olduklarını sandılar. Üstelik diğer kullanıcılar üzerinde de söz hakkına sahip olduklarını sandılar. Diğer kullanıcıların ne giymesi gerektiğine, nereye gitmesi gerektiğine ve nasıl bir vücuda sahip olması gerektiğine kadar konuşmaya başladılar. Ünlülerin bu mecralardaki PR (Halkla İlişkiler) çalışması için yaptıkları paylaşımlarını gerçek sandılar. “İşte sanatçı…” diyerek övdüklerini iki gün sonra düşüncelerine aykırı paylaşımlar yaptığı gerekçesiyle yargıladılar. Sosyal sorumluluk projelerine sosyal medyadan paylaşım ve beğeni yaparak destek olunabileceğini sananlar da oldu. Sırf profilinde iyi bir izlenime sahip olmak için yardım kuruluşlarının paylaşımlarına yorum yapanlar, onları paylaşanlar ortaya çıktı. Diğer yandan akımlar oluşturarak bu mecrada daha fazla paylaşımlar yapılmasına, gün geçtikçe gerçeklikle alakası olmayan sanal düşüncelerin yaratılmasına neden oldular. İşte bütün bu insanları sosyal medya bağımlısı olarak tanımlamak çok da aykırı değil ve her türlü bağımlılık, kötülük barındırır. Peki ben? Ben de onlardan biriydim. Yukarıda saydığım tiplemeler arasında bir zamanlar ben de vardım. Yukarıdakilerden yapmadım dediğim bir şey yok. Hatta sıkı durun, daha fazlasını anlatacağım. Yalnız, anlattıklarımdan sonra “Sen ne rezil, ne aşağılık bir insanmışsın.” gibi laflarınızı esirgeyin, çünkü bu konuda daha yaratıcı olup hakkımda daha ağır ithamlarda bulunmanızı rica edeceğim. O eski ben fazlasını hak eder çünkü. Lütfen, bu konuda anlaşalım, öyle devam edelim. Buyurun efendim sonraki başlıktan devam.


Ben de onlardan biriydim...

Sabah alarmı ile erkenden uyanıp koşuya (!), sosyal medyada koşu yaptığımı göstermeye giderdim. Arkadaş, eş dost, aile buluşmalarında hadi fotoğraf çekinelim diyen ilk ben olurdum. Bu ortamlarda “Ya bırak artık o telefonu, muhabbete katıl!” cümlesi de en çok bana karşı kurulurdu. Ben de iki dakika bırakıp farkında olmadan tekrar gerçek dünyadan ayrılıp o sanal ortamlarda gezinmeye, ekranı sürekli aşağı doğru kaydırıp kim ne demiş okumaya başlardım. En çok da Twitter kullanırdım. Günlük ortalamam, telefonumun ölçtüğüne göre 4-5 saat idi. Sonra Instagram tabii. Twitter’da insanların düşüncelerini okumayı yorum yazmayı (mention) çok severdim. Instagram'da ise bir hikâyeyi (story) paylaşmadan önce sayısız kez açı, efekt ve yazı tipi denerdim. Düzenli bir şekilde paylaşım yapardım. Sanki bir "influencer"dım da gelirim vardı o platformlardan. Arkadaş buluşmaları, geziler, kamplar, aile yemekleri… Yapılacak paylaşımın altına ne yazılacak, fotoğraflar ne açıyla çekilecek, fotoğrafı kim çekecek, neler yaşanabilir ve ben o yaşanabilecek senaryolar hakkında nasıl bir tweet atabilirim; bunların hepsinin kurgusunu önceden, daha o ortama girmeden, o yemeğe başlamadan, o arkadaşlarımı görmeden yapardım. Girdiğim bu ortamlarda da sosyal medya ağzıyla espriler falan yapardım, ayıp ederdim. Bu durum tam bir bağımlılıktı benim için ve dediğim gibi bağımlılıklar kötülük barındırır. 


Kendim de inandığım o sanal dünyanın içinde kaybolmuş, çevremin beni yanlış tanıdığı, her zaman lafta kalan, sözlerini hiçbir zaman harekete dökemeyen bir insan olmuştum. Aşırı rahat tavırlarımla karşımdakilerin keyfini kaçıran bencil bir insana dönüşmüştüm. “Yapılır”, “halledilir”, “sıkıntı değil” gibi laflar sanki hayat mottom olmuştu. Her yerde, her zaman rahattım ama sadece kendime rahattım. Telefonumla rahatça sosyal medyada vakit geçirebileceğim sıcak alanları işaretlerdim gözümle bir kedi gibi. Sonra çevremdekileri birer birer yitirmeye başlamıştım ve onlar giderken “Durun! Ben böyle birisi değilim.” konulu serzenişlerime bile kulak asmamışlardı. Daha acısı (Sosyal medya jargonuyla “cringe” diyelim biz ona.) kaybettiğim bu insanları tekrar sosyal medyadan yaptığım paylaşımlarla kazanabileceğimi sanmıştım. Laf sokmalı, giydirmeli, mesaj vermeli paylaşımlar ve daha neler neler… Haklıydılar gitmekte. Benim gibi bir sanal akıllıdan kurtularak iyi de yaptılar aslında. Oh olsun bana!


Sosyal medyadaki paylaşımlarımın kişiliğimi oluşturduğu yanılgısına düşmüştüm o zamanlar. Instagram profilimde bir “backpacker nomad” (sırt çantalı göçebe) gezgindim. Sanırsın otostop ile dünya turundayım. Hayır efendim, hayır! Hep parasızlıktan bunlar. Sonra da kendimi gezgin bir "blogger" gibi havalı göstermeye çalışıyordum Instagram'da. Üniversiteye girdiğim ilk zamanlarda yapıyordum açıkçası otostop, kamp, bisiklet turu… O zamanlar Interrail Türkiye gezgin grubu ile başlayan “parasız da gezeriz ulan” konulu bir akım vardı. Madem böyle bir akım var Christopher McCandless havasıyla, kulaklıkta Eddie Vedder, çıkalım yollara deyip Aydın merkezden Kuşadası’na, Didim’e İzmir’e giderdim “parasız”. Akşam tanıştığım biriyle sabah otostopa çıkacak kadar da cesurdum. Yirmi lirayla yol parası, yemek dahil İzmir’e gidip bir gün geçirdiğimle gurur duyardım. Tabii kolay değildi, sosyal medyada fotoğraf paylaşacaktım bu tür hareketlere gerek vardı. Üniversite ortamını bu aktivitelerden ibaret sanırdım. Hızlı geçerdi vakit. Ders çalışma bilinci oluşmamıştı ilk sene. Yalnız bunlar bana 1.03 ortalama ile dönünce devreler yandı efendim. Mükemmeliyetçiliğim batsın bu durumu günlerce sıkıntı yapmıştım. Sanırım hayatımda ilk defa depresyona girmiştim. O depresyon halini de sosyal medyada efkarlı paylaşımlar yaparak gidermeye çalışmış olduğumu söylememe gerek yok sanırım. Efendim şiir, türkü, karanlık bir odada bağlama çalarken bir Instagram hikâyesi… Sonra spor yapmaya başladım ve o lanet olası depresyondan çıktım, tamam. Peki, durur muyum? Hayır! Spor salonu aynasından pozlar verildi ve “kafam kadar olan bicepsim” konulu paylaşımlar yapıldı. Bunlar beni oyalıyordu o zamanlar ama kesin bir sonuç vermiyordu, dertlerimi erteliyordu. Neyse ki “gezginci ruhumuz bir gün bitmedi” (MFÖ efendim, dinleyiverin.) okulumu ve bölümümü değiştirip not konusuna bir çare bulabildim. Gelin görün ki insanlarla ilişkilerimde gözümde hâlâ perde vardı. Çok yazık o zamanlardaki bana. Gerçekliği algılayamıyordum. O kadar kaybolmuştum ki benim haricimde herkesi hayallerle yaşıyor sanırdım. Sorun bakalım hayallerde asıl yaşayan kimmiş. Bir de bir söz var; hayallerle yaşayanları gerçeklerle… Öhöm! Evet o vahim durum maalesef ki başıma geldi. İyi ki geldi. Oh olsun bana!


Sosyal medyanın beni o derin kuyusuna çektiği zamanlarda çoğu şeyden haberim yoktu. Gerçek dünyayla olan bağımı yitirmiştim. Sanal dünyada herkese laf yetiştirebiliyordum. O mecrada benden sosyali yoktu. "Herbokolog" tipler vardır. Hah işte! Gülümsüyorum çekebilirsiniz, buradayım. Her konuda fikir belirtebileceğimi sanırdım. İnsanların, giydiklerini, düşündüklerini, yediklerini bilgece bir bencillikle yargılardım. En çok da Twitter’da biriyle tartışmayı severdim. İnternet elimin altında sonuçta. Bak burada böyle bir bilgi var deyip karşımdakini boks maçındaymış gibi yere serdiğimi/serebileceğimi sanırdım. Halbuki ne gerek vardı ki. Çok insan kırdım o şekilde. Üzgünüm, kendi sanal dünyasında hapsolmuş bir “sanal deliye” laf anlatmaya çalıştınız. Ama o sanal deli sizi gayet iyi anlıyor şu anda. Emin olabilirsiniz.


Neyse ki o zamanlar geçti ve gitti. Ben nasıl çıktım o sanal dünyadan -delilikten- derseniz köye gittim. Evet! Bir hafta sonu köye gittim, kaldım. Döndüğümde bütün sosyal medya hesaplarımı silmiştim. Köyde her şey çok yavaş ilerliyordu. İnsanlar 21. yüzyıl gerekliliği olan rezilyansa (resilience) çok az ihtiyaç duyuyordu. Her şey inanılmaz derecede yavaştı. Para kazanabilmek için, eylül-ekim aylarında ekilen mahsulün haziran-temmuz ayları gibi olacak olan hasadı bekleniyordu. Sabah 4’te uyanıp öylece etrafa bakabiliyordu insanlar. Ben ise en son ne zaman telefonumdan ayrı kalıp boş bir şekilde etrafı izlediğimi unutmuştum. Dağ başında bir kulübede yaşama hayalleri kuran biriydim. Bir hafta sonu süren köy maceramda bunu daha yakından deneyimledim ve pekiştirdim. Gece damdan gökyüzündeki yıldızları seyrederken telefonumun kamera çözünürlüğü yetmemişti o görsel şöleni çekmeye. İşte belki de o zaman daha iyi anladım kendi gerçekliğimden öte bir gerçekliğin de olduğunu. Kendi gerçekliğim o telefon ekranındaki fotoğraf olacaktı. Asıl gerçek olan ise gözlerimin gördüğü.


Sonuç olarak…

Durmak gerek efendim, durmak. (Bu fikrime ilham olan bir videoyu içerik sonuna link olarak bırakıyorum.) Sabah uyanınca telefona sarılmak değil, boş boş tavanı seyretmek gerekir. Sürekli bilgi üretip bilgi tüketmeye ara vermek gerekir. Gözle gördüğün, dokunabildiğin, aynı ortamda saatlerce bulunabildiğiniz arkadaşlar sosyalliği sağlar, sosyal medyadaki tartıştıklarınız değil. Çevremizi sanal mecralarda başkasının bakış açısından çekilmiş fotoğraflar değil bizzat kendi gözümüzle görmek, hayatı anda yaşamanın önemini hatırlatır. Dokunmak gerekir: suya, çamura, taşa, toprağa… 


Bilgi ve iletişim teknolojilerinin böylesine yayılmış olduğu bir devirde sanal dünyaları kullanmamak gericilik olur diye düşünüyorum. Sosyal medyayı yukarıda saydığımın -en azından benim yaşadığım- kötü yanlarının farkında olarak kullanmak gerekir. Her şeyin dışında sosyal medyanın bir endüstri olduğunu bilmek ve buna göre kullanmak gerekir. Bilinçli kullanmak, bilinçli veri üretip tüketmek gerekir. Fayda sağlayacak yanlarının keşfedilmesi gerekir. Benim sosyal medya maceram bu şekildeydi. Geldiğim noktada az çok bilinçlendiğimi hissediyorum. Geleceğime fayda sağlayacak şekilde, beni takip edecek insanlara fayda sağlayacak şekilde ve faydalı içerikler üreten insanları takip edecek şekilde kullanmak gibi bir amaç edindim kendime. Bu ortamların sahteliğini asla aklımdan çıkarmadan kullanmam gerektiğini düşünüyorum.


Ben bağımlılığımı yendim, uyuşturucu tedavisi görmüş bir birey gibi kendimi topluma kabul ettirme aşamasına girdim. Gerçek dünyada gerçek sosyal ortamlara girip gerçek arkadaşlar edinmeye başladım. "Bakın ben nasıl geziyorum, aman efendim ben burada bunu yedim." konulu -insanların da ilgisini çekmeyen- paylaşımlar yerine "Bakın ben bu eğitimi aldım, burada seminere, toplantıya katıldım, şu sertifikaya sahibim." konulu paylaşımlar yaparak kariyer planlaması için bana yardımı dokunacak bir sosyal medya hesabı oluşturma gayreti içine girdim. Son olarak, benim gibi sosyal medya kullanımı bilincine sahip olmayanların en yakın zamanda bu bilince kavuşması dileğiyle, azı karar çoğu zarar…

 

Bahsettiğim video: Sinan Canan - Yeni Dünyanın Cesur İnsanları

Bu da linki: https://www.youtube.com/watch?v=7AnZD6Ea7l8



İçerik fotoğrafı "parasız" yapılan bir Didim gezisi sabahı sahilden kovulmadan hemen öncesine aittir.