İlerleyen bir minibüs. Ön koltukta kolları bağlı, zihni bulanık, gözü yolda ben. Binalar, araçlar, yollar, ışıklar, yayalar ve minik bir çakıl taşı. Ön camdan gözüme takılan; bir lastikten diğerine çarpan, sıcak asfalt üstünde hovardaca gezinen minicik bir taşın hayat hikâyesi bu. Değersiz, çapsız, ele avuca gelmez, kuyumcuda paha etmez gri küçük bir çakıl taşının hikâyesi. Onun nezdinde benim hikâyem. Benim gözümde senin hikâyen. Bir nevi bizim hikâyemiz!


Öncesi bilinmez bir boşlukta ''Ol.'' emriyle büyük bir patlama. Karanlığa yayılan miktarı, cinsi, muhteviyatı, esrarı, hikmeti bilinmez bir sürü ışık, katı, sıvı ve envaiçeşit malzeme. Aradan geçen binlerce yıl. Derlenip toparlanan düzene düçar olan sonsuz bir evren. Galaksiler içinde milyarlarca yıldız barındıran samanyolu. Onun bir kıtasının bir ülkesinde bir şehir. O şehrin bir mevkisi. O mevkinin bir caddesi, bir sokağı, bir parseli, bir noktasında küçük mavi dünyamız. Kendi yıldızının etrafında sema edip soğumaya başlayan yuvamız.


Aradan geçen binlerce yıl. Çekirdeğinde yanan altın demir ve taşlar. Yükseldikçe cinsi değişen şeklini şemailini bilmediğimiz oluşumlar ve yaşamlar. Nihayet kayalar, mağaralar, sular ve topraklar içinde tanıdığımız, tanımadığımız canlar-canlılar. Buzullar, sıkışmalar, eğilmeler, kırılmalar ve son hâlde misafirlerini ağırlamaya hazır bir gezegen. O koca boşlukta, mavi soluk bir nokta.


Belirsiz bir zamanda sürgünde iki insan ve ardından gelen milyonlarca can. Öğrenilmiş, keşfedilmiş, yavaşça geliştirilmiş doğa ve insanın mücadelesi ve dostluğuyla ilerleyegelmiş bir yaşam. Dostluğumuz önce güvenle kucağına sığınılan mağaralarla başlamış anlatılan. Sonra hayvan. Avlanmak için kullanılmış kayalar, dallar ve zamanla ateşe dönen kıvılcımı çıkaran taşlar. Aradan geçen yüzyıllar. Devam eden gelişim ve inançlar.


Mağaralar yetmemiş sonra. Kurulan şehirler, ibadethaneler, kitabeler, mezarlar, piramitler, putlar, yazıtlar, tabutlar, sahneler, yollar, evler, tabletler, çömlekler, aletler... Kayadan oyulup şekil verilen, değer verilen, ölümsüzlüğe hediye edilen nice eserler.


Hep bir özlem insanın ruhundaki. Sonsuzluğa duyulan, ölümsüzlüğe, bilinmeye duyulan özlem. Kendini tanıyanların da göçüp gittiği dünyada hiç yaşamamış gibi olacak olan insanın bilinme arzusu kendisine yaratıcıdan armağan. Oyduğu her kayada, diktiği her yapıda, dizdiği her taşta aynı hayal. Yüzyıllar sonrasına bırakılan ‘'Ben de yaşadım!’' cümlesi gizlice anlatılan.

Ve sonra gelişen, değişen yaşam. Toplumlar. Fethedilip el değişen şehirler, kaleler, surlar, saraylar, sebiller, hanlar, hamamlar, kiliseler, camiler, sunaklar, türbeler, mezarlar ve başlıklar... Hepsi kayadan. Dünyaya bahşedilen yüzlercesinden biri olan oluşumdan. İlk andan beri insanın hizmetçisi, yardımcısı, koruyucusu olan taştan. Kendi değersizken elle değere binen kaya parçasından. Ruhla şekil almış, akılla kullanılmış cansız sandığımız o varlıktan.


Peki ya bizim küçük, gri, hovarda gezen çakıl taşımız değersiz mi acaba? Bir sur olamadı belki geçmişinde. Bir saraya taht, bir krala mezar, bir sultana dayanak, bir garibe yuva, bir bineğe durak, bir kervana sunak, bir dervişe yatak, bir şeytana taş olamadı belki bizden çok daha uzun olan yaşamında. Ama bize anlatacak bir şeyi yok mu sence?


İlk zamanlarını anlatabilir belki! Hayalinin saray olmak olduğundan bahsedebilir. Duyduğu seslerin korkunçluğundan, bütününden ayrıldığı o ilk andan bahsedebilir. Gördüğü ilk insan yüzünün hatlarından, hafızasında kalan yolculuk anılarından, dinlendiği duraklardan, bindiği kamyonlardan, indiği konaklardan söz edebilir sonra. Üzerine yağan yağmurdan, koruduğu karıncadan, sırtına binen ağırlığın zorluğundan, çakan şimşeklerden, süründüğü yollardan bahsedebilir. Dinlemesini bilirsek belki başlangıçtan ve sondan bile anlatabilir.


Bir şehirden başka bir şehre gelip canlıya hizmet için ayaklar altına serilmiş bir yaşam değersiz midir? Tam '‘Durdum, bitti!’' dediği anda takıldığı bir lastik arasında yollar katederken düşündükleri değersiz midir? Her yolculukta bedeninden geriye bıraktığı parçada da aynı bilinç yok mudur? Ayrılsa da her adımda parçalarına, o aynı taş değil midir? Olma arzusuyla, topladığı hafızasıyla, yaşama yerlerde sürünürken bile tutunmasıyla bize anlatacak bir şeyleri yok mudur?  O da bir bütünden dağıla dağıla bugünlere gelen insan kadar bu dünyaya sahip değil midir sahi?


Peki ya değerli olmak, kıymete binmek bir yerlerde sabit olmak mıdır sadece? Bir kale değilse de kendi dünyasında bir kaşif, bir gezgin olarak kıymete değer değil midir bu küçük hovarda çakıl taşımız?


Öyleyse yaşam dediğimiz şey; sadece başkalarının görüp duyması bilmesi için yapıp ilan ettiklerimiz mi yoksa kendi dünyamızda, eksikliğimiz, fazlalığımız, bildiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz, anladığımız ve anlatmaya değer gördüğümüz şeylerin toplamıyla değersiz gördüğümüz yanımız mı? diye düşünürken geçip gitti minibüs gri küçük hovarda çakıl taşının yanından. O kendi yoluna ben kendi yoluma giderken bir “an” kaldı bende bu öğleden sonra yolculuğundan.