Memurdu, işi ve emekliliği garantiydi. İşini yapar, emekli olur, köşesine çekilir, geri kalan ömrünü sakince geçirirdi. Güvenli limanda yaşar giderdi. Öyle yapmadı, işini bıraktı, engin denizlere açılmaya karar verdi. Çünkü hayali vardı.


Seyfi Dursunoğlu olarak başladığı yaşamında artık iki kişiydi, kendisi ve Huysuz Virjin. İlk izleyişinizde bile onların taban tabana zıt kişilikler olduklarını anlardınız. Seyfi Dursunoğlu ne kadar beyefendi, kibar, nahif, sabırlı, sakinse Huysuz Virjin tam tersine yırtık, isterik, sabırsız, uçuk, fevriydi. 


“Huysuz Virjin sahnede kalır, gösteri bittiği anda ben Seyfi Dursunoğlu’yum.” demişti kendisi de. Gerçekten de öyleydi. Aklından geçeni pat diye söyleyen, lafı gediğine oturtan, laf sokan, lafının üstüne laf konmayan “kadın” gider; yerine bir İstanbul beyefendisi gelirdi. Kendisinden bu kadar farklı -üstelik de karşı cins- bir karakteri böylesine iyi canlandırması eşine az rastlanır bir ustalıktı. 


Rolden söz etmiyorum. Taklit, ezber falan değil söz konusu olan. Huysuz Virjin bir rol değildi benim gözümde. Apayrı bir insandı. Seyfi Dursunoğlu ile anlaşma yapmış başka birisiydi sanki o. “Ben varken sen ortalıktan kaybol. İkimizi aynı anda görüp de küçük dillerini yutmasın insanlar.” demiş gibiydi.


Öyle ki insanlar ondan söz ederken “Seyfi Dursunoğlu, namıdiğer Huysuz Virjin” derlerdi çoğunlukla. Tüm farklı yönlerine karşın öylesine bir bütünleşme. Yin Yang gibi, karşıtlığın oluşturduğu bütünlük. Doğumla dünyaya bir canlı getirmek gibi başlı başına müstakil bir kişi(lik) meydana getirmişti büyük sanatçı. Ustalığı da buydu.


Buna karşın gösterinin sonunda peruk çıkar, makyaj silinirdi. Bunu sahnede yapardı. Kulise Huysuz Virjin olarak dönüp oradan Seyfi Dursunoğlu olarak tekrar çıkıverse insanlar afallayabilirdi belki de. Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra gönderirdi Huysuz Virjin’i. İzleyiciler asıl o zaman inanırdı bunun bir gösteri olduğuna. Unuttukları şeyi hatırlatırdı onlara, Huysuz Virjin’in bir sahne karakteri olduğunu. 


Huysuz Virjin bir ayna gibiydi. Aklımızdan geçen ama görgü kuralları, insanların bakışları, toplumsal kabuller falan diyerek içimizde tuttuğumuz şeyleri pat diye söyleyiverirdi yüzümüze. Her şeyi önümüze apaçık sererdi. Kıvrak zekalı ve hazırcevaptı. Kendisine bir şey söylendiğinde cevabı anında yapıştırırdı. Hazırlıksız bir şekilde bu kadar hızlı cevap verebilmesiyle herkesi kendisine hayran bırakırdı. 


Lakabı gibi huysuzdu elbette. Canını sıkan şeyleri tüm gerçeklikleriyle ve muhatabını da paylayarak ortaya dökerdi. Seri olarak laf yerdi ortamdakiler ama kimse gücenmez, kızmaz, kırılmazdı. Başkasından duysa kavga çıkartacakları sözlere gülerdi herkes. Ünlüsünden sıradan vatandaşına kadar herkes ulu orta azar işitir, tefe konur, konu mankeni haline getirilir, yerilir, yerin dibine sokulurdu ama gülerdi.


Karşı cinsle ilişkisi de inişli çıkışlıydı. Erkeklerin sürekli kendisini elde etmeye çalıştığını düşünür ve her fırsatta onları teşhir ederdi. “Bunları ben mi düşünmüşüm?” diye şaşkınlıktan öylece kalıverirdi muhataplar. Beğendiği biri olduğunda da ona kur yapardı ama havasından ödün vermezdi asla. Birini övüp başının üstüne çıkarmasıyla alaşağı edip ayaklarının altına alması arasında geçen süre göz açıp kapayıncaya kadardı. 


Bir laf üstadıydı. Kimse onunla laf yarıştıramazdı. Denemek rezil olmayı baştan kabul etmek demekti. Onun lafının üstüne laf koyabilecek kimse yoktu. En son sözü hep o söylerdi ve karşı tarafın payına düşen ise yüzü kızarmış bir yenilgi olurdu. 


Bizim günlük yaşamda üstünü örttüğümüz, “Aman, el alem ne der? Ayıp olmaz mı?” diye söylemekten kaçındığımız, kimse üzülmesin diye susup şekilden şekle girdiğimiz ne varsa ortaya saçıverirdi. Sansürsüzdü. Bizim sözcüklerimizi geçirdiğimiz süzgeç yoktu onun ağzında. Beyazı olsun siyahı olsun yalanın hiçbir türlüsü yoktu. 


Sözgelimi, kıyafetini beğenmediğimiz halde sırf morali bozulmasın diye karşımızdakine “Yakışmış, fena değil.” diyeceğimiz bir durum için Huysuz Virjin gerçeği en alaycı üslupla şak diye yüzüne vurur, “Sokağa çıplak çıksan daha iyiymiş.” derdi. Evlilik yaşının geçiyor olmasını sorun eden birisine “Nasip kısmet bu işler.” deriz biz örneğin. Huysuz ise “Bu suratla bu yaşa kadar bekar kalman çok normal.” derdi ve yine -lafı yiyen dahil- herkes gülerdi.


Tüm bunlar bir metnin ezberlenmesiyle değil, sahne tekniklerinden en zor olanla, doğaçlamayla ortaya konurdu. İzleyicilerin masalarını tek tek ziyaret eder, onlara sorular sorar, o an ilk kez gördüğü insanlarla ilgili tespitlerini ve yorumlarını alaycı bir dille arka arkaya sıralardı. Gözüne kestirdiklerine sataşır, kafayı taktığı kişiyle fena uğraşırdı. Bazılarının yüzleri kızarırdı ama gözlerinden de yaş gelirdi gülmekten. Şakadan hoşlanmayacağını düşüneceğiniz, ciddi görünüşlü, sabit duruşlu, donuk bakışlı insanlar Huysuz’un karşısında kimlik değiştirirlerdi adeta. O görkemli ciddilikleri yerle bir olurdu. 


Esprileri ardı ardına dizmekten, insanlara takılmaktan ibaret değildi yaptığı. Şarkılarla, danslarla süslenen bir gösteriydi. Günümüzde “şov” sözcüğü, olur olmaz her eylem için kullanılıyor. Huysuz Virjin’in ortaya koyduğu şey ise tepeden tırnağı şovdu, gerçek anlamda şov.


Onu izlemeye gelenlerin zaten karşılaşacakları muameleden az çok haberdar oldukları, bu yüzden her türlü alaycılığı normal karşıladıkları yönünde bir eleştiri de vardı gösterisi için. Onun sert şakalarına herkesin aynı kabulle karşılık veremeyeceği dile getirilmişti. Huysuz’un buna en güzel cevabı ise köprü geçiş gişesine girip kamera şakası yapması olmuştu. Gişe memuru gibi oturduğu o yerden geçenler kendi rızalarıyla gösteriye gelenler değillerdi. O gişenin önünde kim durursa dursun hepsine de aynı alaycı üslupla sataştı Huysuz Virjin ve yine herkes çok güldü, çok eğlendi.


Neden sonra, bu huysuz ve tatlı kadını ekranlarda göremez olduk. Bir röportajında, dönemin RTÜK başkanının ulusal kanal yöneticilerine hitaben “Televizyonda kadın kılığında erkek görmek istemiyorum.” dediğini aktarmıştı. “Ben kırk beş yıl önce kadın kılığında program yaptım. Kırk beş yıl önceki Türkiye beni kabul etti de kırk beş yıl sonraki Türkiye mi kabul etmeyecek?” diye sordu haklı olarak. Bir kişinin keyfi yüzünden milyonlar Huysuz Virjin’e hasret kaldı ne yazık ki.


Oysa gülmeye ne kadar da çok ihtiyacımız vardı. Gündemi çoğunlukla ağır olan bir ülkede soluklanma molası olacak eğlenceli bir TV programından mahrum kaldık. Kendi edep(!?) anlayışını toplumun tamamına dayatan, buna göre de yasaklar koyan bir kurum, toplumun geneli tarafından sevilmiş ve kabul görmüş bir programa tavır koydu. Hangi hakla benim tercihime burnunu sokabiliyordu? Neyi izleyeceğime nasıl karışabiliyordu? Uygun bulmayan varsa -ki vardır- izlemez, olur biterdi. Bu kadar basitti her şey ama zorlaştırmada ısrarcıydılar. 


Seyfi Dursunoğlu sansürcülere karşı kaybetmedi. Yasaklanacağını anladığı anda Huysuz Virjin’i sahneden çekip aldı. Yasaklama zevkini tattırmadı ama küstü. Huysuz Virjin sustu. Biz hiç alışamadık bu suskunluğa. İçimizdeki boşluk, özlem sürekli büyüdü.


2006'da bir TV kanalında yayımlanan dans programını sunarken fenalaşıp kısa süreli baygınlık geçirmişti. Sonrasında ise "Ne olacaktı ya? Sahnede öleceğiz tabii ki." diyerek sanatçının emeklisinin olmadığını, sanatın son âna kadar sürdürülmesi gerektiğini anlatmak istemişti. Olmadı ne yazık ki. Özgür sanat alanın daraltılmasından o da payını aldı.


O, esen rüzgara göre yön değiştiren değil; eğilip bükülmeyen gerçek bir sanatçıydı. Dobraydı. Yerleşik önyargıları, taşlaşmış tabuları, köhnemiş kalıpları yıktı. Yanardönerlikleri ve ikiyüzlülükleri ezdi geçti. Gücün ve güçlünün değil, toplumun sesi oldu. Uygar ve aydınlık bir ülke hayalinin yılmaz savunucusuydu. Tüm servetini ÇYDD’ye bağışladı bu bağlamda. Ölümünden sonra bile işe yaramayı arzu etti, vücudunu kadavra olarak bağışladı. Bu konuda yazılı vasiyeti olmadığı için isteği gerçekleştirilememiş olsa da bu yüce gönüllüğü hep hatırlanacak.


Ölümünden sonra eski programlarına ait görüntüler sosyal medyada döndü durdu hep. İzlerken insan önce çocukluğundan ve gençliğinden büyük bir parçanın da kopup gittiğini duyumsuyor. Öyle büyük ve özel bir parça ki asla paha biçilemez, yeri hiçbir şeyle doldurulamaz. 


Hüzünlü ve özlem dolu gözlerle izlerken esprileri hatırlıyorsun bazen. Bilsen de ilk kez duymuşçasına gülüyorsun. Çok sevdiğin büyük bir sanatçı ölmüş, acısı sızlıyor hâlâ, yüreğin sancıyor ama ekranda onu gördükçe gülüyorsun, gülebiliyorsun. Adını sonsuzluğa yazdırmak budur işte. Sanat, sanatçılık budur.


Sonra dikkatini başka şeyler çekiyor. Birilerinin “Eski Türkiye” diyerek küçümsedikleri o yıllarda sanatın nasıl da özgürce icra edilebildiğini hatırlıyorsun. Bir TV programında kadın kılığında bir adam ortalığı kırıp geçiriyor. Mizahın gökkuşağı sergileniyor, en uçuk kaçık espriler havada uçuşuyor, yergi ve eleştiride sınırlar zorlanıyor, hatta aşılıyor. Herkes gülüp eğleniyor. Kimsenin aklına kötü bir olasılık gelmiyor. Bugün olsa kanala ekran karartma cezası olarak dönecek bir gösteri sergileniyor, evet, yıllar önce.


Bugün gelinen noktayla karşılaştırınca şaşırıyor insan. O yılları yaşamış olsan da şaşırıyorsun. Ne kadar da değişmiş her şey. Ne kadar uzak kalmışız o neşeli günlerden, onca güzel şeyden. Ne kadar da gerilerde kalmış o dünya. Her türlü zorluklarına, yokluklarına, yoksunluklarına karşın özgürce gülünüp eğlenilebilen o küçük ama sevimli dünya…


Seyfi Dursunoğlu büyük bir üstattı. Yaptığı şeyin yanına bile yaklaşılabileceğini sanmıyorum açıkçası. Ortaya koyduğu performansa ulaşılamayacak. “Ustalar geçilmeli ki sanat / zanaat ilerlesin.” denir. Evet, doğrudur. “Ustanı geç ve seni geçecek bir çırak yetiştir.” der bir Japon atasözü. Haklıdır ama Seyfi Dursunoğlu bu çizgiden ayrıdır benim gözümde. Onun başardığını yine ancak o başarabilir çünkü.


Bir yaşamdı ama iki ölüm gördük. Bir ölümdü ama iki kişi için üzüldük. Güle güle Seyfi Dursunoğlu ve Huysuz Virjin! Bize sonsuz bir gülümseme bahşettiniz, sonsuz bir sevgi.