Gece kıpırtısızdı. Ayaklarının altında ezdiği tereddüt duygusunun üstüne defalarca basarak ilerliyordu fakat yüreğinde pusuda bekleyen vicdanının sesini bastırabilmesi bir hayli zordu. Korkmuyordu. Kendinden emindi. O hâlde neden kafasının içinde ateş yanarmışçasına terliyordu?


Yağmur başlamıştı lakin bir sır saklıyormuş gibi önce hafifliyor, sonra yağmaya devam ediyordu. Montunun içine sakladığı elleri ıstıraplı ve buz gibiydi. Avuçlarının arasını nemlendiren soğuk, onun daha da montuna sarılmasına neden oluyordu.

Sokaktan tek tük geçen birkaç araba dışında hiç kimse yoktu. Bunu, zemheri boyutuna ulaşmış soğuktan anımsayabiliyordu. Botları bazen yavaş, bazen de hızlı denecek hızda ilerliyor, arada soluklanıyordu. Sokak lambası bile ölgün çehresini tam aydınlatamıyor, önünü görebilmek için dolunay ışığından yardım alıyordu.

Eğer şu an aynaya bakıyor olsaydı kendisini tanıyamazdı. Dağınık kaşları alnını kırış kırış edecek şekilde yukarıdaydı ve kırlangıç kanadı gibi aşağı sarkan endişeli kırmızı dudaklarını sızlatacak derecede defalarca ısırmıştı. Burnu ise soğuktan ziyade adrenalinden nemlenmişti. Elleri bir bebeğin şuursuzca asıldığı bir avuç saç gibi kendinden geçercesine montunun astarını avuçluyordu.


Adımları yavaş lakin kendinden emin bir kaplumbağa gibi ağırca ilerlemeye devam ediyordu. Biliyordu ki bu saatte mesaiye kalan arkadaşları olacaktı ve son derece sükûnet içinde davranmalı, işini halletmeliydi.


İçinde bir yerlerde, bazı noktalarda ve dehlizlerde acı içinde hissettiğini, bazı gecelerde o buhranlı ruh hâlinden kurtulamadığını anımsadı. Burjuva olan yaşlı patronunun kendisini nasıl arkadaşları içinde küçük düşürdüğünü ve arkadaşlarının ağız içinde tekerlek gibi yuvarladıkları o hakareti ve gözlerine yerleşen aşağılama duygusunu, ilk yaşandığı an gibi taze bir keder duygusuyla anımsıyordu.

Ailesi işçi sınıfına mensup bir proleterdi. Babası ölmeden bir hafta önce bile çalışmaya devam ediyordu ve babasının ciğerleri bitmek üzereyken bile elinde kırbaçla işçileri kontrol eden bir patronu vardı. Nedendir bilinmez, bir sabah patronun ölüm haberi tüm köyü sarmıştı. Büyük oğlu, onu yatağında gözleri açık bir şekilde ölü olarak bulmuştu. Ardından birkaç gün sonra babası bitmiş bir ciğerle birlikte vefat etmişti. Kendisi, elinde hiçbir şey olmadan yaşamını idame etmeye çalışıyordu ve bir ay önce bu fabrikada çalışmaya başlamıştı.


Avuçlarının arasında tuttuğu sert cisim sanki gittikçe küçülüyor, onu kaybetmemek için büyük bir savaş veriyordu. Gece, lacivert yorganını üstüne giymişti ve hava daha da dondurucu bir hâle bürünmüştü şimdi. Adımlarını sakince ve kayıtsızca attı, etrafta birilerinin olup olmadığını kontrol etti. Makinelerin ışıkları yanmıyordu fakat birkaç ütünün çıkardığı buhar sesini duyabiliyordu. Çevresini dikkatlice kontrol ederken siyah boğazlı kazağının altından yol gibi çizilen ter damlasını hissedebiliyordu.


Sakindi. Sükûnetini var gücüyle korumaya çalışıyordu. Fikirlerini, kalbinin atışını ve hatta damarlarından var gücüyle geçen kanın sesini bile bastırmaya çalışıyordu fakat bir süre sonra göğü sarsan gök gürültüsü, fabrikanın kalın duvarlarından geçerek içeriyi aydınlattı. Ve asfaltı öfkeyle tokatlayan yağmur damlasını dalgınca dinledi. Yağmur öyle acı dolu yağıyordu ki arada sesini kesiyor ve gök gürültüsü ölgün ışığını içeriye dolduruyordu. Kendini toparladı.


Saat gece yarısını geçeli uzun zaman olmuştu. Adımlarını mümkün olduğunca sükûnet içinde attı ve burjuva olan patronunun odasını bulmaya çalıştı. Fakat tepesinde yanan ışık o kadar cılızdı ki bazen ayakları birbirine dolanıyor ve yağladığı botları arsızca ses çıkarıyordu.


Elleriyle kapıları sırayla dolaşıp dördüncü odayı bulduğunda bir süre içeriyi dinledi. Temkinliydi ve bir yandan da arkasını kolaçan ederek birilerinin gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Gözlerini etraftan çekmeden elini kapının kulpuna götürdü ve kapı gıcırdayarak açıldı. Yaşlı patronu, siyah deri koltukta hantalca yayılmış; derin homurdanmalar içinde uyuyordu. Kapıyı tam kapatmadan aralık bıraktı ve bir süre patronunu izledi.


Perdesi çekili olan pencereden güçlü bir ay ışığı vuruyordu odaya. Vurduğu her nesnenin rengini büyülü bir şekilde değiştirmişti sanki. Dolunayın güçlü ışığı yaşlı patronunun yüzüne inince cılızlaşarak kırılmıştı lakin yüzünün aydınlandığı yerler kırış kırıştı. Beyaz, önleri dökülmüş olan ölgün saçları dağınıktı. Birkaç tutamı kapalı göz kapaklarının üstüne düşmüştü. Ağzı solgundu ve kenarları aşağıya doğru sarkmıştı. Homurtularının cızırtısı duyulmuyor gibiydi.


Adam, botlarıyla koyun derisi halının üzerine basarak patronunun yanına yaklaştı ve yavaşça üzerine eğilerek bir süre yüzünü izledi. Yüzüne vuran cılız nefesi konyak kokuyordu. Adam, kendini birkaç adım geri çekerek yüzünü buruşturdu.

Cebinde, avuçlarının arasında sımsıkı tuttuğu sustalısı artık ona ağır gelmeye başlayınca çıkardı ve dolunayın güçlü ışığına tuttu. Keskinliği tüm ihtişamıyla parıldıyor, parmak uçlarıyla sanki onu cesaretlendiriyordu. Bir adım attı ve yaşlı adamın üzerine gölge gibi eğilmeye başladı. Konyak kokan nefesi artık duyulmuyordu. Elini kaldırdı ve sustalısı yaşlı adamın yüzünde yılan edasıyla gezindi, şakağının üzerine hafifçe durdu. Adam, gücünü avuçlarının arasında duran sustalıya bastırdı ve yırtılan derinin sesiyle siyaha dönen kanın pürüzsüzce kulağının arkasında kayboluşunu izledi. Yaşlı adam hafifçe irkildiğinde kırış kırış olan göz kapağı şiddetle titredi fakat herhangi bir tepki vermeden uyumaya devam etti. Homurtuları canını sıkmıştı. Uyanmasını ve onunla kavga etmesini istiyordu. Yapmadı. Adam öfkeyle nefesini dışarıya verdi ve bir süre adamın huzurlu yüzüne baktı.


Yaşlı adamın kırık beyaz gömleğinin açık olan bir düğmesinden kocaman bira göbeği fırlamıştı ve orası bir parça hayvan etini andırıyordu. Sustalısının kana bulanmış ucuyla usulca kaba etinin üzerinde gezindi ve orada küçük küçük yollar çizmeye başladı. İçinden sanki bir şeyler kopmuştu. Durmak yerine daha da ileri gitti. Küstahça yol çiziyordu. Hatta o kadar küstahçaydı ki çizdiği yolun üzerinden geçebilecek kadar arsızdı.


Durdu ve bir süre yaşlı adama baktı. Kırış kırış alnından süzülen ter damlası koca burnunun kenarlarından geçerek keder yüklü dudaklarından aşağıya düştü. Bembeyazdı. Ağzı dehşet içinde aşağı düşmüştü ve gözleri korkuyla bezenmiş iki zeytin çekirdeğini andırıyordu. Burun kanatları avının kokusunu alan aslan gibi iki yana açılmıştı.


Adam, yaşlı patronunun üzerinden kalktığında hareketsizce bir süre onu izledi. Havada öyle güçlü bir demir kokusu vardı ki masanın kenarında ağzı açık kalmış konyak kokusuyla karışınca insanın daha da midesi bulanıyordu. Gözleri telaşlıydı ve elini cebine götürüp sustalısını bir süre avuçlarında sıktı. Göz bebekleri bir farenin döndürüp durduğu çark gibiydi. Nereye bakacağını bilemez hâlde öyle telaşlı, öyle korumasızdı. İçeriye şu an arkadaşlarından birisi girse ve patronlarını öldürdüğünü görüp üzerine atılsa kim kendisini koruyabilirdi ki? Zamanı o kadar dardı ki aynı anda dışarı çıksa yakalanabilirdi. Bunu istemiyordu. Telaşlanmamaya çalıştı ve gözlerini kapatıp bir süre odanın içinde volta attı. Lakin gözlerini yumduğu an, yaşlı patronunun karnını deldiği sıradaki o yırtılma sesini duyumsayıp duruyordu. Şu an bile aklını kaçırabilirdi.


Elleri yüzünde tur attığında hareketlendi ve patronuna bir an bile bakmadan aralık olan kapıdan sessizce dışarı çıktı. Midesi bulanıyordu. Boğazından el gibi yükselip dilini kavrayan ve oraya acımsı tadını bırakan su, daha da midesini bulandırıyordu. Öyle ki gidip hunharca kusmak, yüreğini döven o hissi dışarı çıkarmak, merhamet duygusunu zihninden söküp asfalt yola bırakmak istiyordu.


03.47

Ayakları kötürüm olmuş birinin attığı adım gibi ehemmiyetsiz ve telaşlıydı. Islak ayakkabılarının tabanı artık yağlı değildi ve hunharca ses çıkarıyordu. Zihninde her saniye konuşan, davetsiz misafir gibi onu sürekli rahatsız eden o duyguya lanet okuyor fakat o arsız duygu gideceği yerde daha çok konuşuyordu. Adam, sırtını kamburlaştırdı ve geriye bakıp derin bir nefes aldı. Kimse yoktu. Araba bile geçmiyordu ve havada derin bir sessizlik hâkimdi fakat konuşan zihni, sessizliği bile gürültülü kılıyordu.


Bir süre göğe baktı. Lacivert tabaka kıpırtısızdı. Yıldızlar bir sönüp bir yanıyordu. Cebindeki sustalısı avuçlarını kavururken bile soğuğun etkisi olmuyordu. Aslında üşüyordu ama belli duyguların tesiri altında yanıyordu. Parmak uçlarına yapışıp duran burjuva kanı, içini kaldırıyordu.


Boğazında gittikçe yükselen kekremsi bir tat hissettiğinde hızla yere doğru eğildi ve yüreğini yakan o yakıcı sırla birlikte midesini boşalttı. Gözleri yaşlar altında kalmıştı ve öğürmesi boş sokakta bomba gibi yankılanmıştı. Bir süre kamburunu daha da alçalttı ve elleriyle yerden destek aldı. Gözleri terden ve gözyaşından yapış yapış olan kirpikleriyle buluştuğunda sadece on dakika önce hatırladığı bir şey fısıldadı.

Pişmanlık bir nehirse yürüyerek de olsa kurtulabilirsin. Lakin vicdan derin bir okyanustur, oradan kurtulmak için bir çift ayak değil koca bir erdem gereklidir.