Sabah olmuştu. Ateşli bir hummaya tutulmuş gibi hem yanıyor hem titriyordu. Yatağının boşta kalan ayağı parkelere vurup ses çıkarıyor, onu daha da deliliğe sürüklüyordu. Elleri adeta tek yumurta ikizleri gibi birleşmiş, avuçları ter içinde kalmıştı.


Tek lokma bile yememişti dünden beri. Elini yemeğe uzatsa kulaklarında kaba etin yırtılma sesini işitiyor, daha da uzaklaşıyordu. Midesindeki kramplar ve genzinden ağzına nükseden acı su, kendisini oldukça rahatsız ediyordu.


Dün gece eve geldiğinde sırılsıklam vaziyette yatağa uzanmış, o saniye uyuyakalmıştı. Gece, çıldırmış vaziyette yağan yağmurdan kaçmadan, kendini korumadan, öylece yürüyüp gelmişti eve. Kendinde değildi pek. Aslında bilinci açıktı. Nefes alıyordu, konuşabiliyordu lakin yüreğinde var olan, ilkel bir hayvan gibi dişlerini kendisine uzatan olgusal bir duygunun pençesinde sabaha kadar kıvranıp durmuştu. 


Pencere açıktı. Hava buz gibiydi ve sağanak yağmur başlamak üzereydi. Yatakta oturur pozisyona geçti ve kamburunu eğerek ellerini yüzünün altına sabitleyerek bir süre aydınlık göğü izledi. Aklından bir sürü düşünce geçiyordu. Patronunu o hâlde bulduklarında ne yapmışlardı? Kimin yaptığını düşünüyorlardı? Deliliğe kapılmamak için güç bela kendisini tutmaya çalıştı. Çıldırmak üzere olduğunu hissedince ürktü ve elleriyle yüzünü örttü. 


''Dün neredeydin?''


Genç kız, yüzüne asılan ve ona emanet duran endişe duygusuyla kendisine bakıyordu. Beline kadar inen bal köpüğü saçları dağılmış, incecik kollarını beline dayamıştı. Krem rengi uzun sabahlığı kırışıktı ve üzerine incecik bir hırka giymişti. 

Ellerini yüzünden çekti ve endişeli gözlerle kendisine bakan kız kardeşine döndü. ''Yürüyüşe çıkmıştım.''

Kardeşine bakmadan elleriyle oynamayı sürdürdü. O ara küçük bir hareketlilik oldu ve elleri bir çift beyaz, incecik ellerin arasında kayboldu.


''Yalan söylüyorsun.'' dedi çatallaşmış sesiyle. Adam, genç kıza bakarken içten içe acıma duygusuyla karşılaştı. Yere eğilmişti ve gözlerinde kendini ele vermek üzere olan o duyguyu yakalamaya çalışıyordu. 


''Yalan söylemiyorum.'' dedi ellerini çekmek isterken. Ancak kardeşi ellerini mengene gibi kavramış, gözleri nemlenmişti. Gencecik, beyaz yüzüne tezat duran endişe duygusu çehresini ele geçirmişti. Siyah, kavisli kaşları şahlanan at gibi yukarı kalkmış, alnında üç adet yatay çizgi oluşmuştu.

''O zaman neden montunda kan izleri var? Yalan söylüyorsun ağabey.'' 


Yeniden beyaz yüzünü incelediğinde ela gözlerinin beyaz tabakasında damarımsı kırmızı çizgiler vardı. Gece iyi uyuyamamıştı. Bundan dolayı hissettiği suçluluk duygusu artıyordu. Ona yaptığı şeyi söyleyemezdi. Onun gözünde kötü bir katil olarak anılmak istemiyordu. 


''Parmağımı kesmiştim, sorun yok.''

Adam, içinde yanan acımsı fokurdamayı görmezden geldi ve gökyüzüne bakmaya devam etti. Genç kızın dar omuzları düştü, ellerini yavaşça ağabeyinin ellerinden çekti ve ayağa kalktı.

''Bilmiyorum ve benden sakladığın bir şeyler olduğunu seziyorum. Umarım yanılıyorumdur.'' dedi kaskatı sesiyle. Adam, hiçbir hareketlilik göstermeden göğü izlemeye devam etti. O, sessizliğin en az acı veren şey olduğuna inanıyordu. Bu yüzden bedeni de dâhil zihnini ve ağzının içinden fışkırmak için bekleyen dilini bir muhafız edasıyla koruyordu. 


Genç kız, sadece birkaç saniye yüzünü inceleyip hareketlendiğinde küçük ayakları betonun soğukluğuna karşın içe çekildi, ağabeyine kısa bir bakış attı ve görüş alanından çıktı. Sabahlığı hışırtı yaparak kaybolmuştu. 


Adam, sessizlik içinde kendini dinlemeye devam etti. Kız kardeşini hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyordu. İşlediği günahın bedelini onun da ödemesine izin veremezdi. Bunu tek başına üstlenmeye, kaçmamaya kararlıydı. Parmaklarını sakalına sürttü ve kendini iyi hissedecek bir şey bulmaya karar verdi. Aklında vardı aslında. Sadece uzunca süredir çalıştığı için bunu yapmaya zamanı olmuyordu. Belki kendini kötü hissettirecek o duygu karmaşasından kurtulabilir, psikolojik anlamda kendini iyi hissettirebilirdi.


Genç adam; odasından çıkıp uzun, dar koridordan geçerken aklında solucan gibi gezinen düşüncelerin onu bir kez daha yakalamasının derin huzursuzluğunu yaşıyordu. Belki de şu iki gün içerisinde edindiği en hakiki tecrübe, bir durumu görmezden geldiğin sürece o şey, davetsiz bir misafir edasıyla kapını çok daha sık çalmaya devam ediyordu. Bu yüzden kendini serbest bırakmaya karar verdi ve derin bir nefes aldı. 


Çalışma odasının kapısını açıp içeriye girdiğinde burnuna çalınan rutubet kokusu genzini yakmıştı. Kapıyı arkasından kapattı ve odanın düzenine baktı. Kız kardeşi uzun süre önce burayı temizlemiş olmalıydı. Eşyaları yerlerine düzgünce dizilmişti ve çalışma masasının kemik rengi daha da belli oluyordu. Odası küçüktü ve fazla eşya yoktu. Hatta hiç yoktu diyebilirdi. Sadece birkaç eşyasını koyduğu kitaplık benzeri kül rengi bir raf, çalışma masası, bir de koyun yününde bir halı vardı. Çalışma masasının üzerinde cılız beyaz bir lamba, masanın hemen üstüne asılmış kırık beyaz rengi duvarda Van Gogh'un “Yıldızlı Gece” tablosu vardı. Bunu bir yıl önce gittiği bir sergiden satın almıştı. Aldığı ilk günden beri içinde çeşitli duygular uyandırıyordu. Öyle ki bu odaya her gelişinde, her tabloyla göz göze gelişinde yıldızların girdabına takılıyor; yüreğindeki gündüz olan göğe birkaç saniye içinde geceyi ve yıldızları seriveriyordu. Şimdi ise yine aynı duyguların altında yeniden çalışmaya başlayacaktı. Bu, onu biraz da olsa rahatlatıyordu.


Adam, elini malzemelerin olduğu rafa götürdü ve kalıp almak üzere işe koyuldu. Lambanın başını biraz eğdi ve kalıp çıkarmaya başladı. Yapacağı şey, bir büsttü. Aslında yapacağı büstün fiziksel olarak değil, psikolojik olarak öne çıkmasını istiyordu. Şu anki ruh hâline göre ellerine yön verecek, hem kendini iyileştirecek hem de aylarca ayrı kaldığı hobisine devam edecekti. Gözlerini birkaç kez kırptı ve kamburunu daha da çıkararak işe koyuldu.


Elleri profesyonel bir boksör edasıyla sanki karşısında rakibi varmışçasına adeta kili dövüyor, parmakları kaymasın diye sıkı sıkı bastırıyordu. Kendini öyle kaptırmıştı ki sanki dış dünyaya tamamen kapatmıştı kendisini. Bir yandan da deli gibi terliyordu. Alnını kırıştırmış ve ter damlaları kırışan çizgileri aşarak burnunun üzerine düşüp duruyordu.


Heyecanlıydı. Çocuksu bir heyecanla avuçlarında oyuncağı varmış gibi adeta bağrına basmak istiyordu. Gözleri bir delinin bakışları gibi oradan oraya atlıyor, elleri şuurunu kaybetmiş hummalı bir el gibi titreyip duruyordu. Derin bir nefes aldı ve masanın altında duran iskemleyi çekerek oturdu. Hâlâ kendindeydi ve hislerini biraz da olsa dizginlemeyi başarmıştı. Derince bir nefes aldı ve kuşların ötüşlerini dinledi. Kafasındaki bütün sesler durmuştu sanki. İçine çektiği o rahatlığı, yeni doğmuş bir bebeğin sarındığı o battaniye kadar olan saflığı, ateşi çıkan bir hastanın soğuk duşun altına girerkenki o titremesi...

Aynı bedende onlarca farklı duyguyu yaşıyordu şimdi. Kendini dizginlemeye çalıştı, öğlen vakti gelmek üzereydi.

Gözleri son kez duvardaki Van Gogh'un resmine ilişti, bir süre orada kaldı ve dudaklarından dökülen fısıltıyı kendine birkaç kez tekrar etti: Her insanın kara kutusunda mutlak suretle delilik vardır. Kimisi kutuyu açıp ona çoktan sahip olmuştur, kimisi de içinde ne olduğunun farkına varıp uyanıklık yapmıştır.

O, sanırım uyanık olduğu hâlde bu hummaya tutulmuştu.