Saat 06.00
Rahatsız edici o ses ile uyanmıştım yine. Kalın bir odun parçasının ucuna bakır bir parça teli dolayarak tutturulmuş bir sokak süpürgesiydi alarmım. Kırçıllar yere o kadar sert sürtüyordu ki bırakın önümde duran ufak yolu; bütün mahalle inliyor gibi hissediyordum. Kafasındaki rengi solmuş yeşil başörtüsü çenesinden dikkatlice bağlanmış bir Babushka[1], her sabah altı civarı gelip burayı süpürüyordu. Gün içinde oldukça gelen gideni olan bir park olduğu için insanların arkasında bıraktıklarını temizlemek için uğraşıyordu. Çok erken uyandırıldığım için gıcık olsam da hemen kendimi bu kadıncağızın yerine koyup “Kim bilir o nasıl uyandı?” diye soruyordum.
Saat 06.30
Günün en çok yalnız hissettiğim saatiydi belki de. Şehir yeni yeni uyanıyordu ama sokakta daha kimsecikler olmazdı. Parkın hemen önünde bir otobüs durağı vardı. Saat yediye doğru işine erken gidenler geçerdi parktan. Ha, bir de öğrenciler. Gençleri olduğum yerden gözetlemek hep hoşuma giderdi. Wroclaw bir öğrenci şehri olduğu için parklar genelde boş kalmazdı.
Hava temmuz ve ağustos dışında genelde soğuk olurdu bu saatlerde. Sokakta dev bir sessizlik, evlerde ise tam tersine katlanarak büyüyen hazırlıklar ve telaş... Fakat bazı sabahlar bu yarım saatlik kısa bölümü sevdiğim de oluyordu. Özellikle güneşi görebildiğimiz aylardaysak. Hafif bir sıcaklık ile uyanırdım. Yeşile dönüşmek için can atan ağaçların görüntüleri beni hep heyecanlandırırdı.
Saat 07.30
Şehir iyiden iyiye ayaklanmıştı. Mavi sırt çantasıyla beraber her sabah bu saatlerde üniversiteye giderken bu parktan geçen çocuk yine dakikliğini konuşturdu. Eğer yanlış duymadıysam ismi Laszlo’ydu. Arkadaşlarıyla bazı dersleri asıp parka gelip sohbet ederlerdi, hatta bazen akşama kadar oturup kök birası içerlerdi. Yarı Macar yarı Polonyalı bir çocuktu.
Laszlo hızlı adımlarla uzaklaşırken köpeğini gezdirmek için parka gelen ve benim Frank ismini taktığım orta yaşlı bir adam gelirdi. Çok tatlı Retriever cinsi bir köpeği vardı. Parka geldiğinde havalara uçardı adeta hayvan. Frank içinse aynısını pek söyleyemezdiniz. Çalışma temposundan ya da belki evli olmanın getirdiği monotonluktan, belki de yalnızlıktan; eğilip bükülmüş vücudu hemen onu ele verirdi. Sıkıntılı olduğunu anlardınız. Köpeğini gezdirirken bir de sigara yakardı. Daha önce hiç kimseyi öyle dertli sigara içerken görmemiştim. Çok oyalanmadan parkın diğer ucuna doğru çekiştirdi köpeği onu ve birkaç saniye sonra gözden kayboldular.
Saat 08.00
Anja ve Maria’nın gelmesine yarım saat kadar bir süre vardı. Maria dört yaşındaki oğlu Bartek ile beraber gelirdi buraya. Son birkaç haftadır Maria’nın güzeller güzeli arkadaşı Anja da onlara eşlik ediyordu. Bartek hemen önlerinde yerlere annesinin ona aldığı yeni boya setiyle bir şeyler çizerken o ikisi de sohbet ederlerdi. Anja’nın yer yer kızıla çalan kahverengi saçlarını ilk gördüğümde “vay canına” demiştim içimden. Neyse ki zaten beni duyamazlardı. Maria ise, Anja’nın tersine açık tenli ve sarı saçlı bir kadındı. Mavi çekik gözleri ve burnunun iki yanında tek tük çilleri vardı. Bartek de annesine çekmişti.
Normalde Anja sonradan gelirdi ama bu sabah beraber geldiler. Bartek adeta kafesinden kurtulmuş bir kuş gibi annesinin elinden kurtuldu ve çimlere doğru koşup atlayıp zıplamaya başladı. İki genç kadın da oturup sohbet etmeye koyuldu.
Yanımda duran büyük söğüt ağacı olduğum yeri gölgeliyordu. Bu yüzden parkın en iyi yerlerinden biriydi burası. Bartek biraz hoplayıp zıpladıktan sonra gelip boyalarını aldı ve hemen annesinin ayaklarının dibine farklı farklı şekiller çizmeye başladı. Anja, geçenlerde bir hafta sonu akşam dışarı çıktığını ve barda yakışıklı bir erkekle tanıştığını anlatıyordu. Bunu duymak pek hoşuma gitmese de sonrasında biraz rahatladım. Zira adam Anja’yı üç-dört gündür geri aramamıştı. “Ne salak adam, Anja geri aranmaz mı!” diye geçirdim içimden.
Bartek dakikalar içinde devasa bir tablo oluşturmuştu gri kaldırımın üstünde. Sürekli annesinin paçasını çekiştirip nasıl olduğunu gösteriyor ve sonra da başka bir renk seçmesi için onu bunaltıyordu. Anja yavaş ve istemsizce saatine baktı ve “Marienka, benim gitme vaktim geliyor, yavaştan kaçmalıyım.” dedi ve ayağa kalktı. Mavi üstüne beyaz benekli gömleğinin dışarı çıkan kısımlarını içine soktu. Gömleğin gerilmesiyle diri göğüsleri biraz daha belirginleşmişti. Bunun üstüne dekoltesinin bir düğmesini açtı ve Maria’ya, görüşürüz, dedi. Bartek yerden kalkıp Anja’nın bacağına sarıldı. Anja onun seyrek sarı saçlarını sağa sola dağıtarak kafasını sevdi ve yanlarından ayrıldı.
Saat 10.30
Bartek’in yere çizdiği sürreal portre beğenilmemiş olacak ki bulutlar grileşmeye başladı. Henüz haziranda olduğumuz için gün içinde kısa kısa yağmur yağdığı çok oluyordu. Yine öyle oldu. Bartek’in çizdiği turuncu, yeşil ve sarı renkli yuvarlaklar yağmur damlalarının darbeleriyle birbirlerine karıştı ya da silinerek taşların aralarına aktı. Yarım saat kadar süren yağmur beni de ıslatmıştı ama neyse ki hemen kuruyordum. Yağmur yavaş yavaş dinmeye yüz tutarken beni de belli belirsiz bir heyecan sardı. Hemen hemen bu saatlerde olurdu bu. Günün rutinlerinden kopup daha spontane bir şekilde başka kişilerle tanıştığım ve onları gözlemlediğim saatlere giriş yapıyorduk.
Yağmur tamamen bittikten sonra bu kişilerin ilki orta yaşlı iyi giyimli bir baydı. Fötr bir şapkası ve albenisi olan kahverengi bir takım giymişti. Gömleği bordoydu ve bir de papyon takmıştı. “Önemli biri olmalı.” diye geçirdim içimden. Koltuğunun altındaki gazeteyi sağ eline aldı ve sol eliyle ıslak olup olmadığımı kontrol etti. Daha kuru bir tarafa oturup gazetesini açtı ve okumaya başladı. Oldukça sakin ve istifini bozmadan gazetenin sayfalarını değiştiriyordu. Hepsini bitirdikten sonra yavaşça kalkıp uzaklaştı. İlk talihliden istediğimi alamamıştım.
Saat 12.30
İyice sıkılmaya başlamışken yavaş adımlarla bana doğru bir kadın yaklaşıyordu. Yorulduğu her halinden belliydi. İki elinde beyaz poşetler taşıyordu. Yakınlardaki Kiosk[2]’tan alışveriş yapmış olmalıydı. Yaklaştıkça yaşlı olduğunu fark ettim. Elimde olsa yardım ederdim ama ona önereceğim yardım biçimi de yeteri kadar işini görecekti. Poşetleri yanına koyarak oturdu ve derin bir nefes verdi. Bir-iki dakika içinde nefesini yakaladı ve cebinden kumaş bir mendil çıkarıp alnını ve boynunun iki yanını sildi. Sonra poşetinden bir şişe su çıkardı ve onu içti. İyice rahatlamıştı. Arkasına yaslanıp biraz daha dinlendikten sonra yavaşça kalktı ve poşetlerini alıp tekrar uzaklaştı.
Saat 14.00
Yaklaşık iki saattir uyuyordum. Yaşlı kadın gittikten sonra sıcağın da etkisiyle sızmış olmalıydım. Kendime geldiğimde iki yaşlı adam karşı karşıya oturmuş sessizce duruyorlardı. Ne yaptıklarını anlamam uzun sürmedi. İkisi de tek bir noktaya odaklanmışlardı. Bir satranç tahtasına. “Sonunda!” dedim. “Sonunda ilginç birileri.” Siyah taşlarla oynayan adam gri bir kasket, diğeri ise kahverengi bir kasket giyiyordu. Eski toprak oldukları belliydi. Beyaz taşlarla oynayan yaşlı adam bir hamle yaptı ve diğer adam vücudunu geriye doğru atarak Rusça bir şeyler söyledi. Sonra ikisi de hafifçe gülüştüler. Tahtaya şöyle bir baktığımda beyaz taşlarla oynayan adamın daha fazla taşı olduğunu gördüm. Kazanıyor olmalıydı. Zaten otuz-otuz beş dakika içinde de gri kasketli adama bakarak “Şah mat.” dedi ve takma dişlerini göstererek gülümsedi. Gri kasketli adam da gülerek cebinden 1 Zloti çıkarıp arkadaşına verdi. Katlanabilir satranç tahtasını toplayarak kolunun altına aldı, saygıdeğer rakibinin elini sıktı ve yavaşça kalkarak uzaklaştılar. Yine umduğumu bulamamıştım.
Saat 14.30
Laszlo elleri ceplerinde yavaş yavaş yürüyordu parkın içinden. Dersi bitmiş olmalıydı. Belki de son derslerine girmeyip öğleden sonra açan güneşi yakalamak istemişti. Ceketini sırt çantasının sağ askısına sıkıştırmış ve şapkasını takmıştı. Gömleği soluk koyu yeşil ama yakaları beyazdı. Bir gömleğe göre çirkin bir renk olmasına rağmen üstünde fena durmuyordu. Temposunu bozmadan uzaklaştı.
Saat 15.30
Bugün gerçekten sıkıcı geçiyordu benim için. İnsanlar sürekli gelip geçiyor, oturup bana hiç katılmıyorlardı. Oturanlar da ya konuşmuyor ya da yalnızdı. Güneş etkisini yavaş yavaş azaltırken hava çok tatlı bir serinlikle kaplıydı. Park doluydu ama insanlar genelde ya bir yere yetişiyor ya da bir yerden çıkıyordu. Bitmek bilmeyen bir devinim hâkimdi. Aslında tam da bu saatleri severdim. Kiminle karşılaşacağınız belli olmazdı.
Yarım saat geçti. Parkın nüfusu azalmaya başlıyordu. O arada başıboş bir köpek benim ve yanımda duran çöp tenekesinin etrafında dolanmaya başladı. Önce arkamdaki ıslak çimlere gitti, sonra bir hışımla bana doğru yaklaştı. En sonunda ise çöp tenekesinin yanına yaklaşıp sol arka bacağını kaldırıp işemeyi seçti. Sonra da oradan hemen uzaklaştı.
Saat 16.30
Otobüsün fren sesiyle irkildim. Sonra havalı pistonlarının ve otomatik kapının çıkardığı sesi tanıdım. Biri mi geliyordu acaba? Daha sonra kapı kapandı ve otobüs hareket edip uzaklaştı. Durağın olduğu yolun tarafından çalı sesleri ve ıslak çimin üzerine basan bir çift ayak sesi duydum. Gri takım elbiseli uzun boylu genç bir adam gelip önümde durdu ve önce sola sonra sağa baktı. Parkta kimseyi göremedi. Sol kolunu öne ve yukarı doğru kaldırarak bileğindeki saati ortaya çıkardı. Şöyle bir göz attıktan sonra tekrar sağa baktı. Arkasına bakmadan geri geri gelerek oturdu. Sağ elinde tuttuğu bir buket kırmızı gülü iki eli arasına aldı. Oturduğu yerde beklemeye başladı. Ben mi? Ben sevinçten çıldırıyordum. Buluşacağı kadın gelecek ve onların flört etmelerini, utanışlarını, belki komik veya garip anların hepsine şahit olacaktım.
Bir süre bekledikten sonra adam derin bir iç çekerek arkasına yaslandı. “Neredesin Gabriella?” dedi kısık bir sesle. Sanırım Gabriella gelmeyecekti. O da bir süre bekledikten sonra benim gibi düşünmüş olacaktı ki elindeki çiçekleri yandaki çöp kutusuna yavaşça bıraktı. Üzgün bir ifadeyle parkı tekrar bir kolaçan etti ve geldiği yolu izleyerek parktan ayrıldı.
Saat 18.30
“Ne kadar da sıkıcı bir gün oluyor.” diye geçirdim aklımdan. “Keşke şöyle biraz hareketli bir şeyler olsa; ne bileyim, gençler gelip içki falan içse.” dedim. Normalde hiç sevmezdim bu olayı çünkü etrafı çok kirletirler, bir ton gürültü yaparlar ve çekip giderlerdi. Bazı zamanlar polis onları kovardı. En kötüsü de oydu. Polis gelip onları kovunca birkaç gün boyunca parka çok az kişi gelirdi. Bütün bunları düşünürken karşıdan üç delikanlı hızlı adımlarla bana doğru yaklaştı. Dibime gelene kadar yavaşlayacaklarını sanmıyordum. Özellikle beni tercih etmiş olmalılar ki oturana kadar oldukça hızlı adımlarla yürüdüler. Hepsinin farklı renkli eşofman takımları vardı. Kafalarında da şapkalar. Yabancı bir şeyler yazılıydı. Logolar tanıdık değildi. İçlerinden bir tanesi sırt çantasından bir şişe votka çıkardı. Brenesz markaydı. Üç adet de bardak çıkardıktan sonra hepsine az az doldurdu. Lacivert eşofman takımı olan çocuk da çantasını sırtından önüne doğru aldı ve içinden bir kavanoz turşu ve biraz siyah tahıllı ve şekerli ekmek çıkardı. Ekmeği sardığı kâğıdı örtü niyetine kullanıp uçmasın diye turşu kavanozunu üstüne koydu ve sarı kapağını açtı. Hepsi birer tane turşu ve bir parça ekmek aldıktan sonra bardaklarını havaya doğru kaldırıp birbirlerinin gözleri içine bakarak “na zdrowie[3]” dediler ve küçük birer yudum aldılar.
Votka bitmeye yakın siyah ve yanı beyaz şeritli eşofman takımı olan çocuk alkolün de verdiği etkiyle ayağa kalktı ve bağıra bağıra bir şeyler anlatmaya başladı. Tam ne dediği anlaşılmıyordu ama bir kızdan ve ondan ne kadar hoşlandığından bahsediyordu. “Onu düşünmeden edemiyorum. Gözüme uyku bile girmiyor. Bu boktan votkayı neden içiyorum sanıyorsunuz?” dedi ve arkadaşlarına döndü. “Kim oğlum, söylesene.” dedi ikisi de aynı anda. “Söyleyeceğim, söyleyeceğim artık, yeter, dayanamıyorum! Ona da söyleyeceğim sana da!” dedi yeşil eşofman takımlı arkadaşına dönerek. Sonra elindeki bardağı kafasına dikti ve “Sofia” dedi. Yeşillinin gözleri bir anda açıldı. “Ne dedin sen? Sofia mı? Kız kardeşim Sofia mı?” derken hızlıca ayağa kalktı. Lacivertli ise durumun farkına varamamıştı henüz. “Evet, Sofia. Kız kardeşine deliler gibi aşığım!” diye bağırdı ve sendeleyerek arkasını döndü. Kollarını açıp bir daha ve yüksek sesle “Aşığım!” diye bağırdı. Yeşilli onu yakasından tutup kendine çevirdi ve elmacık kemiğinin altına doğru bir yerlere sağlam bir yumruk çaktı. “Adam, seni öldüreceğim!” diye bağırdı ve bir yumruk daha indirdi. Bu seferki gözüne gelmişti. Adam darbelerin verdiği acıyla kendine geldi ve üçüncü yumruğu engelledi, hatta bir de üstüne yeşilliye diz attı. Yeşilli çocuk nefesi kesilip yere yığıldı. Lacivertli ise sızmıştı. Adam da çöp tenekesine dayanırken yüzündeki kanı silmeye çalışıyordu.
Saat 21.30
Ne gündü ama... Bir şeylere tanık olabilmek için tam on iki saat beklemem gerekmişti. Kavgadan sonra kendilerine gelen çocuklar sızan arkadaşlarını da uyandırıp hararetli bir şekilde tartışarak parktan uzaklaşmışlardı. Geride az bir şey votka, kullanılmamış bir plastik bardak, bir parça ekmek ve boş plastik bir bira şişesi bırakmışlardı. “Pislikler” diye bağırmak istedim. Bir yandan da adrenalin dozunun bu kadar yüksek bir seviyeden başlaması hoşuma gitmişti. Daha çok aksiyon istiyordum şimdi. Saat de geç oluyordu yavaştan. Belki böyle bir ekip daha gelir diye umuyordum.
Saat 22.00
Parkın lambaları yanmıştı ve benim olduğum yere yoldan da biraz ışık yansıdığı için güzel bir ambiyans vardı. Bunu daha önce görmüş olduğunu düşündüğüm bir fotoğrafçı, yanında getirdiği muazzam güzel bir kızı buraya doğru sürükledi. Kızın fuşya renkte tek parça mini bir elbisesi vardı üstünde. Giydiği topuklu ayakkabıları bacaklarının düzgünlüğünü öne çıkarmıştı. Gerçekten çok estetik duruyordu. “Şöyle geçip bacak bacak üstüne at ve saçlarını bu yana at.” dedi fotoğrafçı çocuk. Kız birebir aynısı yaptı. Zaman yavaşlar gibiydi adeta. Bu kadar güzel olmasına inanamıyordum. Buna benzer birkaç pozdan sonra ışığı beğenmediğini söyleyip başka bir yere gitme kararı aldılar.
Saat 23.30
El ele yürüyen bir çift gözüktü yolun karanlığından çıkarken. Vücutları aheste bir şekilde salınıyordu. Parkın lambalarının aydınlattığı yerlerden karanlığa ve sonra tekrar aydınlık kısma yavaş adımlarla ilerliyorlardı. Yanıma geldiklerinde durdular. “Buraya oturalım mı?” dedi çocuk. Yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarındaydı. Kız votka şişesine ve ortalığın dağınıklığına bakıp “Burası mı?” dedi hafif istemsiz bir sesle. Elim kolum olsa ortalığı bir garson edasıyla hemen temizleyip süpürürdüm. Yine de oturdular.
Elleri birbirlerinden ayrılmamıştı. Çocuk arada romantik laflar söylüyor, arada da komik şakalar yapıp kızı eğlendiriyordu. Kız iyi vakit geçiriyor olacak ki ani bir cesaretle “Biraz votka kalmış bitirelim mi?” dedi çocuğa dönüp. Çocuk hiç tereddüt etmeden şişeyi aldı, bardağa biraz doldurup kıza verdi ve fondip yapmasını istedi. Kız votkayı fondip yaptıktan sonra yüzünü ekşiterek “Çok sıcakmış.” dedi. Çocuk da umursamazca fondip yaptı kalan votkayı. Ekşimiş yüzleriyle birbirlerine bakıp aralarındaki çekimin kontrolünde sessizce birbirlerine yaklaştılar. Gözlerini dudaklarına kilitlediler. Birbirlerinde kaybolurken dudakları birleşti ve kısa ama tutkulu bir öpücük paylaştılar.
“Kendi dünyamızda bizim dışımızda başka bir yaşam olduğunu düşünüyor musun, Dariusz?” dedi kız usulca ona dönüp. “Ne gibi mesela?” dedi Dariusz. Kız biraz doğrulup heveslice “Mesela eşyalar... Sence kendi içlerinde bir hayat yaşıyorlar mıdır? Ya da hayatta olmasalar bile onu kullanan insanların izlerini taşıyorlar mıdır?” dedi. Kızın adını çok merak ettim ve o anda Dariusz beni duymuş gibi “Bilmiyorum, Agnieszka” dedi. "Ah Agnieszka! Ne de güzel bir isim. Çok alımlı. Çok da akıllı bir kızmış.” dedim kendi kendime. Keşke beni duyabilselerdi. “Ama...” dedi Dariusz meraklı bir sesle, “Bizim yaşadığımız bazı anlar onların da çehrelerini değiştiriyordur. Yani mesela öpüştüğümüzde hissettiklerimiz burada kalıyordur bence.” dedi. “Sadece ‘O gece öpüştüğümüz bu bank’ diye hatırlamak...” dedi beni göstererek, “Bu banka haksızlık olur. Onun açısından da bakmalıyız belki de. O da, Dariusz ve Agnieszka’nın o gece öpüştüğü bank olarak varlığını sürdürecek belki de.” dedi ve Agnieszka’ya döndü. “Bunu mu kastetmiştin? Yoksa saçmaladım mı?” diye sordu. Agnieszka kafasını sallayarak gülümsedi ve atik bir hareketle Dariusz’un kucağına oturdu. Bir süre hiç öpüşmeden çok kısık sesle birbirlerini ne kadar sevdiklerini farklı şekillerde anlattılar. Sarıldılar. Öpüştüler. Tekrar sarıldılar. Ve sonra gittiler.
Saat 02.00
Bir çift aksak ayağın çakıl yolda sürterek bana yaklaştığını duydum. Homurtular da geliyordu. Ve cam şişelerin birbirine çarptıklarını duyuyordum. Üstünde bol ve oldukça eski, kirli ve kışlık giysiler olan bir adam bu tarafa doğru geliyordu. İyice yaklaştıktan sonra yanımdaki çöp tenekesinin yanında durup içine şöyle bir baktı. İç geçirdi. Çok derin nefes aldığı için ciğerleri onu yarı yolda bıraktı ve kötü bir öksürük canını yaktı.
Plastik bira şişesini ve içindeki başka metal şişeleri alıp torbasına koydu. Cam votka şişesine gözü ilişti sonra. Yavaşça şişeyi aldı, içindeki son damlaları içebilmek umuduyla ağzını açıp şişeyi salladı ama nafile. Cam şişe toplamıyordu ama yine de üstündeki etiketini çıkarıp torbasının içine koydu. Bir süre oturduktan sonra kalın ceketinin yakalarını kaldırdı, belini içine soktu. Torbasını bir yastık niyetine kullanıp kafasını çöp tenekesinin olduğu tarafa vererek uyku için hazırlıklarını tamamladı. Sonra rahatsız olarak torbayı kucağına aldı.
Saat 03.00
Gündüz gelen ve çöp tenekesinin dibine işeyen köpek yine gelmişti. Yaşlı adamın torbası o uyurken kucağından kaymıştı. Hatta neredeyse şişeler içinden dökülecek gibi duruyordu. Neyse ki ağzı bağlıydı. Köpek sağı solu kontrol ederek bir şeylerden emin olmaya çalışıyordu sanki. Durup adamın da derin bir uykuda olduğunu anlayınca kucağından iyice sarkmış olan torbayı bir hışımla alıp kaçtı. Adam uyanmadı…
Saat dört oldu, sonra beş…
Saat 06.00
Babushka yine kırçıllı süpürgesiyle gelmişti. Yaprakları süpürüyordu. Yaşlı adam yoktu. Biraz yorulup oturdu. Süpürgesini yanına koydu. Cebinden bir parça tatlı simit çıkardı ve bir lokma attı ağzına. Kafasını sola çevirdi, süpürgesinin sapına bir kelebek kondu. Simidini bitirirken sessizce onu izledi. Süpürgesinin bu yaşlı emektar kadın hakkında ne düşündüğünü merak ettim. Kelebek hızlı ve rastgele kanat çırpışlarla kısa hayatını renkli kılmaya gitti. Babushka yarım yamalak kahvaltısını tamamladı. Süpürgesini aldı ve yaprakları süpürmeye devam etti.
[1] Rusça’da yaşlı kadın ya da büyükanne
[2] Küçük market ya da büfe
[3] Lehçe "şerefe"
Ayder Ozan Telatar
2021-07-04T11:09:33+03:00Teşekkür ederim, beğenmenize çok sevindim :)
H. Nihan
2021-07-04T09:07:32+03:00Çok güzeldi, keyifle okudum. İşlediğiniz bu fikir çok hoştu gerçekten. Kaleminize sağlık.