samimiyet, insanın ruhsal denklemine en etkin ve yetkin edime sahip kavramdır. bu kavramın ışığında insan olgusal ve kurgusal erdemlerini düzenlediğinde hem varlık hem de yokluk alemi üzerinden bir mana ve yükleme sahip olabilir.


samimiyet; varlık ve yokluk alemi insanın oluş-bozuluş sentaksına dair tanımları, anlamları ve yüklemleri perspektifinden bir konum atfetmesini sağlar. bu konumdan hareketle insan hem ruhsal hem de bedensel olarak var olmanın ve yok olmanın ön koşulunu tamamlar. bu tamamlama kişiye belli bir menfez sunar. eğer kişi bu menfezleri aşmak isterse yine atfettiği konum bağlamında eğilim göstererek ancak eylemde bulunabilir. peki birey oluş-bozuluş edimini kendi zihinsel ve bedensel yani metafizik ve fizik açılımını kabul etmiyorsa nasıl bir açıklama getirilmelidir? bu sorunun diyagramlarını düşündüğümüzde karşımıza çıkan ilk eklem kişinin inanç siferidir. inanç siferi; soğuk ve sıcak bağıntısında bireysel ve toplumsal şuur düzlemi açısından kişiyi özne-öteki-başkası olarak tanımlamalara güdüler. bu güdünün açılımlarını açıklamaya çalıştığımızdaysa özne olarak birey, öteki olarak birey ve başkası olarak birey nedir sorusuna cevap bulmamız gerekir. özne olarak birey, kişinin kendi ruhsal oluş-bozuluş serüvenidir. öteki olarak birey, kendi ruhsal oluş-bozuluş korteksine toplumsal şuur düzleminde konumudur. başkası olarak birey; özne ve öteki olarak bireyin tüm insanlık bağlamında kendiliğinin üzerinden koyutlanarak, yani kültürel hafıza ve tarihsel hafıza bağlamında bireyin canlılık ve ölüm formu açısından aitliğidir. şimdi bu açıklamalar ve tanımlar üzerinden bireyin varlık-yokluş sorunsalına nasıl yaklaşmalıyız?


sonuç olarak, birey ya da kişi kendilik formunu nasıl tanımlayacaktır? çünkü her tanım dönem dönem revize edilerek anlam ve mana algılarımıza sunulmuştur. bu revize herakleitos'un ''değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.'' sözünü merkez olarak aldığımızda değişecek olan merkezimiz dahi net bir cümle hatta söz söylememizi ekarte edecektir. yani odaklarımız da değişeceğinden keskin ve sakin bir tanım yapılamayacaktır. bu yüzden insan ne tam bir varlık ne de tam bir yokluktur. muallak, arafta kalmış olacaktır. bu da bireyin gri alanlarını keşfetmemize neden olacaktır. son soru olarak şunu diyebiliriz: konumsuz, yani heidegger'in fırlatılmış bireyi olarak, insanlık algılanım ve olgu olarak nedir?