İnsan ne kadar da yalnız.


Bu kadar gürültünün içinde her taraf çok sessiz. Kimse kimseyi duymuyor. Herkes kendi yalnızlığının peşine düşmüş. Bir başkasının yalnızlığına kulağını tıkamış. İşin ilginci, bütün insanlar aynı durumdan şikâyetçi. Yaşanan sahne, bir paradoks gibi sürekli dönüp duruyor. Her geçen gün daha beter bir sarmala dönüyor. Kimse mutlu değil. Herkes mutluymuş gibi gösteriş peşinde.


Karakterin, attığı tweet üzerinden yaşadığı bir korku var. Bu korku tam unutuldu derken aynı karakter cep telefonunu kaybediyor ve başka bir korku daha başlıyor: “Bu binayı yıkarım ama o telefonu bulmam lazım!” Bunu en yalın şekilde söylüyor. Bu korku öyle bir noktaya geliyor ki; kişisel olarak en yozlaştığı anda bile kendi benliğinden korkmuyor. Yaşananlara itiraz eden kim varsa, o da diğerleri gibi yalnız kalıyor. Çünkü trajik bir şekilde onu da kimse dinlemiyor; anormal olarak görülüyor.

Mesela, oturduğu gökdelendeki komşularının kapısını tek tek çalıyor, kapıyı açanlar “Sen deli misin?” der gibi bakıp suratına kapatıyor kapıyı. Onun annesinin de durumu pek farklı değil. Yaşı ilerlediği için kimse onu işe almıyor. O da kendini gençleştirmek uğruna yüzünü botoksa boğuyor. Buna rağmen pek bir zaman geçmeden botokslar eriyor; kendisinin de toplumda yok oluşu gibi. Neden böyle? Aslında bu satırları yazanın erkek olduğu düşünülünce, bunu bir kadına söylemek abes ama ben onun yerine, bilmeyen “erkeklere” söyleyeyim: “Bu sistemde kadına yüklenen vasıflar içinde güzellik ideası da var. Ve bunu bizim hemcinsimiz yaptı.”

Günümüzü anlattığına göre, bürokrat kılıklı bir delimiz de var elbette. Mesela evde yalnızken içiyor ama topluluk içinde hiç içmediğini söylüyor. Astığım astık kestiğim kestik şeklinde gezerken, öte yandan da arkasından çok sayıda yalanı çıkıyor. Başkarakterin babası desen, zaten yemediği halt kalmamış. Eşini aldatmayı profesyonel bir iş haline getirmiş adeta. Yine başkarakterin büyük erkek çocuğu, bunca hiçliğin arasında hiç olmuş. Herkesin “beyaz yakalı” olarak tanımlamayı sevdiği plaza işçileri de var tablomuzda. Hatta bir genel müdürün, kadın çalışanına “tecavüzüne” kısa da olsa şahit oluyoruz. Aslında bütün bu hikâye, gençliğinde punkçu olmak isteyen ama yaşadığı toplumsal ve sosyolojik durumlardan dolayı olamayan bir adamın kendini aramaya çalışması ve tam bulduğunu zannettiği anda yaşadığı şehirle aynı zamanda kafasını sis basmasıyla başlıyor.

Daha fazla meraklandırmadan kimin hikâyesinden bahsettiğime geleyim: 30 Mart’ta Netflix’te yayına giren Onur Saylak ve Hakan Günday’ın “Uysallar” isimli sekiz bölümlük dizisi. Ne o? Siz gerçek mi sandınız yoksa?


Dikkat! İncelemenin bu kısmından sonrası "spoiler" içerir!


Dizinin eleştirilecek çok sayıda yeri olduğunu düşünmekle beraber, o kısımlara girmeden sosyopolitik bir incelemeyle dizinin neler anlatmak istediğine bakmak da yarar sağlayabilir. Bunun için diziyi var eden ana ve yan karakterlerin, konuşmalarının yanında verdikleri refleksleri incelemek en doğrusu.

Dizinin var olan sistemi yerden yere vurduğunu söylersek yanlışlık yapmayız. Engels’in “Aile ve Özel Mülkiyetin Kökeni” isimli eserinde incelediği ve çeşitli şekillerde ispatladığı gibi; kapitalizm, özel mülkiyetini sağlamlaştırmak için “aile kavramını” oluşturdu. Elbette ki bunu günümüzde çoğunluğun anladığı “ahlak” anlamında söylemiyordu. Aksine, gerçek sevginin metalar ve artık değerler üzerinde paramparça olduğundan bahsediyordu. Ancak bir dizi incelemesi için bu kadar bilgi bile yeterli. Gelelim tekrar konuya…

Dizinin karakterlerinden Haluk Bilginer’in canlandırdığı “Berhudar” karakterinin ailesinin tamamen dağılmış olduğunu öğreniyoruz. Ancak son bölümlerde bu karakterin, emri altında çalışan başkarakter Oktay’ın ailesinin, yozlaşmasından dolayı dağılmasını bahane ederek “kendi ailesini hatırlayıp” vahşileştiğine şahit oluyoruz. Bürokraside başa geçmeye çalışan bir karakter için hayli ilginç gözüken bu durumda; aslında sistemi temsil eden patron Berhudar, gücünü devam ettirebilmek için (Engels’in az önce bahsettiğimiz tespiti gibi.) aile kavramına ihtiyaç duyuyor. Aile dağılmaya başlayınca, Berhudar da delirip ölmek zorunda kalıyor.

Böyle bahsedince dizi sanki sosyalist düşüncelerle ortaya çıkmış gibi algılanabilir. Ancak aksine, vardıkları sınıfsız dünya görüşüyle aynı olan ama gidiş yöntemleri bakımından ciddi farklarla ayrılan anarşizmden bahsediyor. Zaten bu yüzden dizide geçen işgal evi bir noktadan sonra balyozla yıkılıyor. Ama kim tarafından? Başka bir patron tarafından. Çünkü burada özel mülkiyet ilişkileri devreye giriyor.

Az önce bahsettiğim plaza emekçilerinin ideal insana dönme uğruna verdikleri müthiş yozlaşma (Zeus heykeli gibi kusursuz olmak için) ve ezilmişlik, dizinin her yanına yansımış vaziyette. Bunu en iyi, lüks bir spor salonundaki koşu bandında aynı anda koşan ama hiçbir yere varamayan insanlar metaforuyla yönetmen yansıtıyor.


Komşuluk ilişkisinin hiç kalmadığını söyleyen dizi, binaların boyu uzadıkça karşı dairelerdeki evlerin samimiyet mesafesinin arttığını, ufak bir kız çocuğu üzerinden çok güzel anlatıyor.

Karakterlerden bir tanesinin aşk adı altında şiddete maruz kaldığını ve bunu maddi bağımlılık yüzünden yaşadığına şahit oluyoruz. İnsanlar bütün bu yozluklarla uğraşırken televizyon kanallarındaki tartışma programlarında tabii ki (!) çevre kirliliğinin dış güçlerin işi olduğuna değiniliyor.

Sekiz bölümde çok şey anlatan dizi, sisin olmadığı tek yer olan köye Oktay’ın mimar, Berhudar’ın patron olduğu “hapishane inşaatının” yapılmaya çalışıldığından bahsediyor. Bu yönüyle, “daha fazla hapishaneye gerek yok; her aile ve her daire hapishane olmuş” mesajının açıkça verildiği görülüyor.

Karakterlerin çok büyük bir kısmı birbirine “ahlak” üzerinden ahkâm keserken, dizinin sonunda bütün ahlaksızlıklar ortaya saçılıyor. İşte bu an, aile kavramını dilinden düşürmeyen toplumun, aslında nasıl da ailesiz ve yalnız kaldığını gözler önüne seriyor. 

İsmiyle ironik bir şekilde tezatlık taşıyan “Uysallar” dizisini kaçırmayın.


“Bu anahtarı kaybetme Oktay”