bir sabah uyandığımda kalbimi, hemen yatağımın yanında duran ahşap komodinin üzerinde buldum. oradaydı. nasıl olmuştu ya da ne yapmıştım bilmiyordum ama oradaydı işte ve atmaya devam ediyordu. kalbim komodinin üzerinde atmaya devam ediyordu, ben bunu görüyordum ama hissetmiyordum. garipsemedim çünkü o vücudumda olması gereken yerdeyken de onu hiç hissetmezdim zaten. benim en büyük kusurum da acıdan başka hiçbir şey hissetmemekti ve günden güne üzerimde yarattığı tahribi anlatılmaz korkunç bir dönüşümle acının ta kendisi olup çıkmıştım. insan dönüştüğü şeyden ötürü kendisine mi kızgın olmalıydı, tanrısına mı yoksa çevresine mi bilmiyordum ve insan, dönüştüğü kişiden dolayı kimi suçlamalıydı, ben onu da bilmiyordum ama insanın dönüştüğü şeyden ötürü muhakkak önce acının içinden geçmesi gerektiğini biliyordum. evet, acı, yanında bilinmezliği de getirmişti ve ben daha neyin ne olduğunun ayırdına bile varamadan kendime ait olduğunu bile hissetmediğim, yaşadığımı düşünmediğim ve bilhassa bunu da hissetmediğim hayatıma dahil olmuşlardı. haber vermeden çat diye kapımın önünde biten davetsiz tanrı misafiri gibiydiler ve onları geri gönderememiştim. ya da belki de onların er geç kapımı çalacağını bilen ve bunu kendime itiraf edemeyen zavallı bir kadındım; her zaman olduğu gibi, şu anda da gerçeklerden kaçıyordum. gerçeklerden kaçmanın bir yolu yoktu, bunun bilincinde ve farkındaydım ama benim sevdiğim tek şey kaçmaktı ve sadece kaçmak istiyordum. tanrının hayatım üzerinde oynadığı kirli oyunlardan sıkılmıştım. onun oyununa eşlik edebilecek denkte değildim ve zaten sonunda kaybeden de ben olurdum. onun oyununda kaybetmeye mahkum aciz bir oyuncu olarak zaman kaybetmektense - ki zamanı kimin kazandığı görülmüştür - kaçarak zaman kaybetmek, her zaman çok daha akıllıca gelmişti. insan, kalbini hissetmeyi bıraktıktan sonra daha akıllıca düşünebiliyordu ya da kötü bir ihtimalle delirebiliyordu. aklımı kullanmak ve delirmek arasındaki çizgideydim ve bu çizgide yaş alıyordum. ne kadar iyi bir oyuncu olduğunuzun bir önemi de yoktu çünkü oyunun asıl sahibi, sizi her zaman yenerdi. çünkü oyunun tüm hilelerini bilen tek ve en iyi kişi odur.



komodinin üzerinde kalbimle birlikte bir bardak dolusu su, annemden bana kalan pirinç işlemeli bir tarak ve acılığını hâlâ damağımda hissettiğim sigara izmaritleriyle dolu olan siyah bir kül tablası vardı. gözlerim bir süre bana ait eşyalarla dolu olan komodinin üzerinde gezindi. kalbimin de bir eşyadan farkı yoktu ve belki de eskiyen her eşya gibi onun da artık yenilenmeye ihtiyacı vardı. belki o zaman benim için bir değeri olur ve tutup onu çok görmüş geçirmiş, şu yaşıma kadar bana hep eşlik ederek çok şey atlatmış ve bunun sonucunda da neredeyse kırıklarıyla birlikte dökülmeye yüz tutmuş saygıdeğer bir hatıra olarak bir kutunun içinde saklardım. işte o zaman tozlanmaya ve hatırlanmaya değer güzel bir yanı olurdu. onu ileride -şayet sözde yaşamıma devam edersem ve içimde yarın sabah uyandığımda her şeyin güzel olacağına dair bir umut doğarsa- çocuklarıma bile gösterebilirdim. gösteremeyeceğimden emindim. emindim çünkü bu berbat ve yüzü olsa tüküreceğim dünyaya, ak pak çocuklar getirerek onların hakkına girmezdim. çocuklar büyürdü ve büyüyen her şey mutlaka kirlenerek bir parça da olsa kötülükten nasibini alırdı. her güzel şey eskir ve eskiyen her şey her zaman göze hitap etmez, çirkinleşebilirdi de. ilk başta yarattığı o etkiyi artık vermez, tüm algı oyunlarının kurbanı olarak dönüşümünü tamamlardı. tanrım, sahiden buna gerek var mıydı?


yataktan kalktım. geceden kalma ve tadı değişime uğramış sudan üç yudum içtim. bir sigara daha yaktım ve odamın pencerelerini açtım. sigaram dudaklarımın arasında, bana göz kırpan yorgun sabahı selamladım. yağlanmış ve günlerdir taranmamış saçlarımı kulağımın ardına sıkıştırdım. bir yük gibi üzerimde taşıdığım geçmişimin ve var oluşsallığımın üzerime binmiş ağırlığından ötürü kamburlaşmış omuzlarımı dikleştirdim. dedim ki, tanrım. ya sen vaademi bitir sapla kalbime zamanın yelkovanını al şu canımı, ya da o gücü bana ver ben sıkayım gırtlağımdaki o üç nefeslik canı. bir korkak gibi kaçmak nereye kadar, insan kendisinden kaçabilir mi, yapma sen de bana bunu bak. derin bir nefes aldım. sigaramdan büyük bir dumanı ağzımın içine doldurdum. biraz bekledim, durdum. ne bekliyordum bilmiyorum ama herhalde istedim ki kafamın içinde çınlasın tanrının sesi. oysa görülmüş şey miydi bu, peygamberi miydim onun ya da yüce meleği miydi yarattığı? çınlamadı. çınlamazdı da zaten. çınlayıp duran tek şey, askıya aldığım hayatımdı. "keşke onu bir ölüye bırakabilseydim", dedim kendi kendime. öyle ya da böyle isterdi elbet, bazıları her şeye rağmen severdi çünkü yaşamı. gülmeyi, ağlamayı. imkansızdı. toprak da geri aldığını vermezdi canım da bedenimden tanrı istemedikçe çıkmazdı. hepimiz onun oyunun bir parçasıydık ve o, daima kazanırdı.



farkında değildim hiç, sigaramın külünün düşecek kadar uzadığının. düştü, tırnakları uzamış çıplak ayaklarımın üstüne. düşmesiyle dağılması bir oldu. pencere pervazında söndürdüm sigarayı. şöyle bir dönüp kalbime baktım sonra. ne garip, hâlâ oradaydı ve atmaktaydı. ne inatçı şeydi bir de. onu hiç sevmememe rağmen nasıl bana böyle delice tutunabilirdi? ikimizden biri birbirimize mecburduk ve bunun hangimiz olduğunu sanırım çözemiyordum. bir mecburiyet durumu için birbirimize katlanıyorduk kesinlikle ve başka hiçbir sebebi de yoktu bunun.



kalbime doğru ilerledim. ben adım attıkça gıcırdayan parke sesleri kulağımı tırmaladı. kalbimin yanına vardım ve ona tepeden baktım. nasıl güzel görünüyordu oysa üzerine düşmüş birkaç şiir alıntısı ve can alıcı kırmızılığıyla. dokunmak istedim. yapamadım. onu alıp olması gereken yere koymak istedim. yapamadım. oturdum yatağıma ve ona bakmaya devam ettim çünkü yapabilecek başka neyim vardı? hep yaptığım gibi sustum ve izledim. bu odadaki her şey bana aitti ama benim değil gibiydiler de. tanrı bana bir elbise dikmişti ama bu elbise, benim için dikilmiş olmasına rağmen öylesine boldu ki kendimi hiçbir zaman onun içinde rahat ve güvenilir hissetmemiştim. tekrar dedim ki, tanrım; ne kötü bir terzisin öyle. diktiğin elbisenin kumaşının iyi olması neye yarar, dikişi kötü olduktan sonra? kim sever, kendisi için dikilmiş olan ama kendisine olmayan bir elbiseyi? üstelik, kumaşını bile ben seçmedim ki.



ne kadar öylece burada durup kalbime baktım bilmiyorum. zaman kum oldu, üzerime aktı sanki. o an anladım ki insan kalbi olsa ve attığını hissetmese bile yaşayabilirmiş. evet, yaşayabilirmiş. inanırsan. inanırsan ve buna yaşamak da denirse.