O sabah uyanır uyanmaz uyuyan kardeşlerinin yüzüne hüzünle baktı. Şefkat doluydu. Bensiz kardeşlerim ne yapar, diye düşündü. Annesiz, babasız büyümüşlerdi, başlarının çaresine bakabilirler miydi? Düşünmeden edemiyordu. 

Fatih; orta boylu, kahve rengi gözlü, kirli sakallı, sıska bir adamdı. Kepçe kulaklarını şapkasıyla saklıyor, elinden hiç çıkarmadığı siyah eldivenleri ona esrarengiz hava katıyordu. Geçirdiği bel fıtığı ameliyatından sonra ağır işlerde çalışamaz oldu. Fabrikada çalışıyordu, işini bıraktı. Kendine bir meslek edinmek için son model bir bisiklet aldı. Evininin giriş katının bir odasını bisiklet tamiri dükkânına çevirdi. Bisiklete dair tüm alet edevatı zamanla odaya dizdi.


Eminönü’ne gidiyor, bisiklet tamir bakım aletlerini oradan temin ediyordu. Bütün zamanlarını burada geçiriyordu. Mola verdiği kısa süreli vakitler de vardı. O vakitlerde bile göz ucuyla aletlerinin yerlerini değiştirmeyi düşünür, yapacağı işleri sırasıyla kafasında tasarlardı. Düşüncesinde her şey adeta bisiklete dönüşürdü. Ağır bisikletler, paslı bisiklet jantları, pedallar, yıpranmış ve havası inen lastikler, yağladığı bisiklet zincirleri, zincir temizleme spreyleri ortalığı doldurmuştu. Hurda olmuş ikinci el bisikletler tamirden nasibini almış; kararmış fayanslarda anahtarlar, levye ve bilyeler, dükkândan içeri girildiği andan itibaren bir dağınıklık ve ağırlık hissi veriyordu. Standı yoktu. Yaptığı vites, fren, zincir bakımları oldukça zahmetli ve zordu fakat severek yapıyordu. Sabah akşam durmadan bisiklet parçalarını söküyor, anahtar setleriyle, furş, pedal, gibi parçalarını yağlıyor, ayarlarını yapıyor, bisikleti modern bir bisiklete çevirmesini iyi biliyor, bunun için tüm hünerini sergiliyordu. Düzenli olarak aşkla kendi bisikletine de bakım yapmayı da ihmal etmiyordu. Mutfak süngeri, kova, fırça ve bez ile bisikletini temizliyordu. Fatihin kirli elleri ve yağ pas içindeki üstü başı, çalışırken soğuttuğu çayı, işini çok severek yaptığının bir göstergesiydi. 


Dükkânın kapısını açık bırakırdı ki çocuklar rahatlıkla girip çıksın. Kapıdan kimse boş dönmesin. Çocuklar bisikletlerini tamir etmek için fatih abilerine koşuyorlardı. Yoksul bir semtti. Bazen çocukların parası olmayınca Fatih, çocuklara hiç kıyamaz, onları üzgün eve göndermek istemez, para almadan 

bisiklet tamir ederdi. Bu yüzden mahallede “Bisikletçi Fatih Abi” olarak çok çabuk benimsenmişti. Doğrusu, bisiklet tamir ederken kendini iyi hissettiği, ruh ikliminin değiştiği her hâlinden belliydi. Bütün dünyası bu dükkândı. Dışarıdaki dünyaya çok uzak yaşıyordu. Sabah erken uyanır; ekmek, yumurta, almak için bakkala gider, ceketini eski ahşap bir sandalyeye bırakır, çay demler, yumurta, peynir, zeytin kahvaltı yapar, hemen çalışmaya başlardı. Hiç durmadan çalışır, işlerini bitiremez, ağzında eksik etmediği tütünü, geceleri de uyumaz çalışırdı. Uzundu geceler, detone olan sesine aldırış etmeden türküler söylerdi. Uyumadan çalışarak kendine eziyet ettiğini bilirdi. Böylece günler, haftaları, haftalar, ayları kovaladı. Sandalyede birkaç saat uyukluyor, artık ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Uykusuzluktan halsiz düşmüştü. Dinlenmek yerine kendini daha çok işe veriyordu. Çalışkanlığı, gayreti göz dolduruyor olsa bile fazlası canına zarardı.


Düşüncelerinden kaçıyordu belki de. Oturmuş müşterileri çocuklar ve mahalleli gençlerdi. Hiçbir müşterisini geri çevirmediği için iltifatlara mazhar oluyor, seviliyordu. Öğleden sonra yemek yemek aklına gelirse acıktığını hissettiğinde evinin bitişiğindeki dönerciden dürüm yaptırır, ufak bir masanın üzerinde yemek yer, bazı günler akşama kadar hiçbir şey yemediği de olurdu. Git gide kemikleri sayılıyordu. Elbiselerin içinde kayboluyordu. Her geçen gün daha da zayıflıyordu sanki. Yine de hâlinden hiç şikayetçi değildi. Yemeğini bitirir bitirmez dürüme sarılı kâğıdı top eder, çöpe atar ve hemen hiç vakit kaybetmeyerek sigara yakardı. Demlediği tavşan kanı çayı yudumlardı. Dükkânın içini sigarı dumanı istila ederdi. Öksürükler içinde eline bisiklet alır, tamire başlardı. Sırtı kamburlaşmıştı, eğilmekten. İşine kaptırınca kendini mahalledeki çocuk sesleri, halk pazarından gelen sesler, araba seslerini duymazdı. Dışarıdaki gürültünün hiçbirini duymayışı içindeki gürültüyü susturamadığı gerçeğini değiştirmezdi. Bambaşka bir dünyaya geçerdi sanki. Arada bir oturup dinlendiği sandalyenin bir bacağı kırıktı. Fakat sandalyeyi değiştirmezdi. Sanki bisiklet dışındaki şeylerin tamirini sevmezdi.

 

Yağmur yağmaya başladı. Camdan yağmuru izliyordu. Gözleri uzaklara daldı. 

Bazen kendine merhamet ettiği olurdu. Çok darlanırsa bisikletini alır, gezerdi, akşamları. Bisikletiyle attığı turlar sayesinde kafasını dağıtırdı. Eve gelince eskimiş ve kirlenmiş ayakkabılarını eşikte çıkarır, dinlenirdi. Otuz üç yaşında olmasına rağmen çabuk çökmüş, elleri nasır tutmuştu.  

Günlük yevmiyesini sayar, mutfak ihtiyaçlarını karşılayabildiğinde, faturaları ödeyebildiğinde şükrederdi. İki katlı ahşap evlerinde sekiz kardeşiyle birlikte yaşıyordu. O, giriş katta tek başına yaşarken kardeşleri üst katta kalıyorlardı. Kardeşlerini okutuyordu. Odaların rutubetten tavanı ve duvarları kararmış, sıvaları dökülmüştü. Mutfak daha iyi durumdaydı. Kapıdan girince mutfağın penceresinden gün ışığı içeriye doluyordu. Oturma odasında annelerinin çeyizinden kalma yadigâr bir halı, iki kanepe ve bir tüplü televizyon vardı. Diğer odada sadece üst üste dizilmiş yer yatakları vardı. Orası kardeşlerinin odasıydı. Fatih evlenmemişti. Evlenecek hevesi ve sağlığı yoktu artık çünkü. Çileli bir hayatı kimle paylaşabilirdi. 

Buna rağmen yine de mutlu görünürdü. Bazen karamsar duygulara kapılır, insani duygularla fanilik der geçerdi. Sıkıntılı zamanlarında sigaraya sarılır, çekerdi dumanını içine. Bakışları donuklaşır, uzaklara dalar, bir noktada sabitlenirdi. İçine kapanır insanlara bulaşmadan yaşardı. İnsanlar bana değmesin ben insanlara değmeyeyim derdi. Sakin mizacı vardı. Tepki vermesi gerektiği yerlerde içine atar, çoğu zaman susardı. İçi daraldığı anlar bazen ne yapacağını şaşırırdı. Ama bu anlar çok uzun sürmez hemen duaya sarılır, toparlanmayı bilirdi.  


Kardeşlerine çok düşkündü. Üst kata çıktığında kardeşlerine sarılır, ihtiyaçlarını sorardı. Onların yüzüne baktıkça ferahlar, çocukluğunu anımsardı. Çocukken eski mahallesindeki insanlar onu Sıska Fatih diye çağırırlardı. Kızardı böyle söylemelerine. Hâlâ insanların gözlerinde bu alaycı tavrı görür, insanları hor gören insanlar karşısında canı sıkılır, çileden çıkardı. Yumruklarını sıkar, ya sabır derdi. Kibirli insanlara tahammül edemez, sakin sessiz bir adamken bir anda değişir, gözlerinden ateş fışkırırdı. Bazen de isyankâr bir tavırla bisikletini alır, gider, günlerce gelmezdi. Yol uzadıkça uzardı. O kadar uzaklaşırdı ki evden, fark etmezdi bile ne kadar uzaklaştığını. Yolda yalnızlaşırdı. Bu dünyaya ait olmadığını, sanki başka bir dünyanın insanı olduğu hissine kapılırdı. Bir parkta oturur, orada oturan anne kızları hayranlıkla seyreder, konuşmalarına kulak misafiri olurdu. Annesinin yüzünü anımsardı, çok küçüktü Annesi dünyasını değiştirdiğinde. 

Yalnızlığı etrafına hücum ederdi. Kararırdı her şey... 

Yakın zamanda akciğer kanseri olduğunu öğrenmişti çünkü. Sigaraya küçük yaşlarda başlamıştı. Hastalığını öğrendiğinde de bırakmamıştı. 

Fazla zamanı kalmadığını hissediyor. Nihayet her şeyden kurtulacağını düşününce duruluyordu. 

Ölüm kime gelmedi ki bana gelmesin diye düşünüyordu. Diğer yandan da hastalığını saklıyor, üzülmesinler diye kardeşlerine söylemiyordu. Hem bunu onlara nasıl söyleyebilirdi ki... 

Bu düşünceler içinde kıvrılırken aşağıya dükkâna indi. 

Müşteri geldi. 

—Selamün aleyküm Fatih, hayırlı sabahlar, dedi. 

—Aleyküm selam. Hasan amca. Hayırlı sabahlar. 

—Nasılsın? 

—Çok şükür bugünümüze, dedi. 

—İşler nasıl gidiyor? 

—Biraz borçlandım, uykusuzluk var. Yine de şükür, borçlarımı kapatayım, başka bir sıkıntım yok, dedi. 

Müşteri; yüzü asık, endişeli gördüğü Fatih'e: 

—Bilirim, borç hiç sevmezsin, dedi. 

—Evet öyle ya, ölümlü dünya Hasan amca, dedi. 

Fatih, müşterisinin bisikletini tamir ederken çay eşliğinde muhabbet ettiler. Fatih’in aklında sadece hastalığı ve geride bırakacağı kardeşleri vardı. Kendi ateşiyle yanan bir pervane gibiydi. İçten içe yanıyordu. Biraz korkuyordu. Yaptıklarından çok yapamadıklarından... Yaşanmamış hayatı ona ıstırap veriyor, bu anlamda teslimiyet gösteremiyordu. Bu dünyaya kimileri yaşamaya, kimileri de "yaşamamaya" geliyor diye içerledi… 


Bir ay sonra kardeşlerinin yanında uyuduğu gece, bir daha gözlerini açamadı. Mosmor kesilmişti yüzü, elleri soğuktu ve yana düşmüştü. 

Küçük kardeşi boynuna sarılmış, abim uyanmıyor diye ağlıyordu. 

Yaşamadıklarını da alıp yorgunluğuyla gitmişti Fatih.