Ana rahmine ilk düştüğümde korkuydum. Biraz büyüdüm ve doğdum. Daha da büyüyünce insan oldum. Bundandır ki özümü hep korkularımda aradım. Korkularımı budayıp kör dimağıma kök salmaya çalıştım. Hata yaptığımı kendi hududuma çarpınca anladım. Dardaydım ve ben budandım. Kibir, savaşması zor düşmandı. Bu savaşta ne yaparsam yapayım mağluptum. Ben istedim ki gün geçtikçe büyüyen gölgemi dünyanın üzerine düşüreyim, üşüyen ülkelerin üzerini ben örteyim. Büyüyeyim ama hiç eksilmeyeyim. Büyüyeyim, eksilmeyeyim.


Yürüdüm. Attığım sarsak adımlarla asfaltı yoğuruyordum. Ayağımın altından kayıp gitmelerinden belliydi ki ben sonumu bulmadığım müddetçe hiçbir yol kıvama gelemeyecekti. "Gelmedi, rakamlar cilvelidir demiştim. Bak akrebi bırakmadılar işte." dedi kadın. Öyleyse ben ona gitmeliydim. Dik başımı bir asilzade edasıyla daha da kaldırdım. Bir rüzgar esti. Elimde tuttuğum elma şekerine düştü bakışlarım. Çubuğunun kıymıkları avucuma batmıştı. Kadının gözlerine bakarak "Kalabalık." dedim. Kaşlarını çattı. Avucum sızlıyordu. Sinirlenmiştim. Yaslandığım direkten ayrılıp gölgemi takip eden kadını peşimde sürükleyerek insanlara karıştım. Büyü değil de hile yaparak kalabalığı kaybedemeyeceğimi anlayınca kalabalıkta kayboldum. Kadın gölgemden tuttu bu sefer, "O sana gelmediyse sen de ona gitme." dedi. İçeri girmek için sabırsızlandığım apartmana ilerlerken karma harflerle şişen dilim damağımda şakladı ve bunun imkansız olduğunu bağırdı. "Sonbahara az kaldı, onunla yüzleşmeliyim." Bir hızlanıp bir yavaşladım. Çocukluğumun önüne taş koyarak aralık bıraktığı kapıdan geçerken kolumu da kırmıştım. Ne bu fizikseldi ne de yırtık yenim dikiş tutardı. Yen sökülmüştü; kol, cümle aleme ibret, kırıldığıyla kalmıştı. Bundan sonra hiçbir günah gizli kalamazdı. Bunun farkındalığının yarattığı korkaklıkla merdivenlere adım attım. İkişer ikişer çıktım basamakları. Adımlarımı büyük tutarak onun hayaline yetişmeye çalıştım. Sonra aklıma uzadığım geldi. Üç yaptım tek adımda gerimde bıraktığım basamakları. Bu sefer de hayaliyle yarıştım. Ben daha önce ona hiç yetişememiştim. Öylesine bir çocuklukla onun katına ulaşmıştım ki boyum birdenbire kısalmış ve diğer tüm basamaklar birleşerek tırmanması güç bir dağ oluvermişti. Kapısına dayanıp ziline bastım. Sayılar tükenmeden açınca kapıyı, konuşmasını beklemeden, sancak misali, namusumla taşıdığım elma şekerini ona uzattım. Gözlerinde bir ağaç yanıverdi. Alevlerin ormana sıçraması da uzun sürmezdi. Pek tabii beraberinde tüm köyü de yakacaktı, buna inancım tamdı. 


"İstemez." dedi. "Elma şekeri yemenin de yaşı vardır. İntizar edince elması da kurtlanıyor."


"Beni içeri al o zaman. Sonbahara az kaldı."


Kapıdan çekildi. Durdum, durdu. Eve girmek içimden gelemese de artık, son bir cesaretle eşikten geçtim. Holde ilerlerken bir soluk tutturdum yakama. Ben nefesimi tutardım bir zamanlar. Ne kadar az nefes verirsem o kadar uzun yaşayacağıma inandırmıştı, nefeslerimiz sayılı, diyen kart Türkçe öğretmeni. Ben de burun deliklerimi kocaman açar, alabildiğince nefes çekerdim içime. Ki ciğerlerimi tarumar eden katranlar ben morarana kadar onları beraat ettirmezdi. Bilirsiniz, demokrasinin bittiği yerde ciğerlerin diktatörlüğü başlardı. Nerede kalmıştım... İçim, diyordum, acıyor, demeyeceğim. İçime istediğim kadar çok nefes çekebilir ama istediğim kadar veremezdim çünkü nefeslerim bir, iki, üç kadardı, diyeceğim. İçime istediğim kadar çok nefes çekebilir ama istediğim kadar veremezdim çünkü nefeslerim bir, iki, üç kadardı. Dedim işte. Ben hep derim. Kaç gün sonra yüzüme "Allah'ı mı kandırıyorsun lan sen eşoğuleşlek?" denip de şamar yedim. "Babam gibi mi eşek olmamalıyım yoksa okuyup da babam gibi, eşek olmamalı mıyım?" Derken de hayatıma doğru yerden virgül atmayı unutuverdim. Hatam neydi, yine bilmem, uslanmadım da hem. Hala daha dilek tutarmış gibi nefesimi tutarım virgül koymadan önce, ölmeye yakın. Ama Allah'ım, ben ölmek istemiyorum, o ise canına düşman.


Salona girdik. Sanırım samimi olsaydık çekyatlara otururduk ama biz galiba iki düşmandık. Ve barış antlaşmaları her zaman koyu ahşap masalarda imzalanmalıydı. Merak ediyorum Meybuzan Meclisi'nin kapatılması bu antlaşma için de ölü doğan antlaşma dedirtecek miydi? Yoksa bakkal amca eriyen meybuzları dolaba geri mi koyacaktı? Meybuz, meybuz, meybuz ve an.


Sandalyeyi çekip oturduğunda göz göze geldik. Bana gelmediği zamanlarda beni beklediğinden olsa gerek, gözlerinde hiçbir şaşkınlık fidanı büyümüyor, aksine sütün taşmasından kalma fidanlara balta vurulup yerine beton binalar dikiliyordu. Bakışlarının durağanlığından sıyrılan dili ise şakaklarımda alesta bekliyordu. "Bisiklete bir daha binebilseydin doğmayacaktım Pilatus." Ve sustu. Biliyordum, bu savaşta tüm sesler bertaraf edilmişti. Diş kovuğumda tiranlık eden bir çürük gibi parmak uçlarım da sızladığında bitecekti bu sükunet. O zamana kadar kaydırakların tehlikeli olduğunu kavrayamadan o başıboş varoluşun bacak aramdan kayıp gitmesinden beni sorumlu tutacaktı ve buna körü körüne inanacaktı. Ona bunca zaman anlatamadımdı. Ben bu dinin peygamberi değildim. Büyük bir gizi saklayan beyaz, hayır, kırmızı eteğimde İsa'nın izi, Pieata'da benim yüzüm dururdu hala. Nereden baksak annem de ıkınırken Meryem demişti ruhani kulağıma. Bu sefer yenilmeyecektim. Kalbimden değil de dizlerimden pompalandığını farz ettiğim duygularım ayaklarıma düşüyordu. Canın nerede olursa olsun ve nereden yanarsa yansın, buz kesen hep ayaklar olurdu. Belki de tenha sokaklarda düşürdüğüm o varoluşu yoktan tekrar doğurmaktı canımı acıtan. Yekten cesur olmak... Elma şekeri masadan ona doğru kayıp aynayı kırıncaya kadar...