Cengiz aramıştı beni, "abi, tatilde ne olur İstanbul'a, yanıma gel" diye. Eh, ben de epeydir çıkmıyordum İzmir'den. Aslında İzmir dediğime bakmayın, çıkmadığım yer Gültepe'ydi. Mahalleyi bir yorgan gibi üzerime çekmiş, yaşayıp gidiyordum. Bir yerlere gitme olasılığı bile tedirgin ediyordu beni. Ama o an, belki boş bulunduğumdan belki de üzerime örttüğüm mahalleyi biraz aralayıp dışarı bakma ihtiyacı hissettiğimden, "tamam ulan, söz, ara tatilde geliyorum yanına" demiş bulundum. Ve aradan bir ay kadar süre geçmiş, yola çıkmıştım.


Arabayla gidecektim İstanbul'a. Belki yol üstündeki birkaç eski dosta, arkadaşa da uğrar, hoşbeş ederim diye. Ve yolculuğum başlamıştı. Mahalleden Bornova'ya inmiş, oradan Manisa yoluna sapmış ve ardı sıra Saruhanlı, Akhisar istikametinde devam ediyordum. Yol uzuyor, uzuyor, uzuyordu. Ve yol uzadıkça bir an şunu fark ediyordum ben: kent, hiç bitmiyordu. Evet evet, şu hepimizin bildiği kent. Hiç ama hiç bitmiyordu. 


Elbette kent deyince aklımıza çok katlı binalar, dükkânlar, ışıklı bulvarlar, bankalar ve insan kalabalığı gelecektir. Ancak bence kent, bulunduğu coğrafyayı bir bütün olarak değiştiren ve kendine ait yaşam ve davranış biçimleriyle her yeri saran bir ejderhadır aslında. Tüm zaman ve mekânlara sızan bir dev.


İzmir'den Manisa yoluna çıkınca mesela daha ilk adımda yol boyunca serpme kahvaltıcılara ve özel okul kampüslerine denk gelirsiniz. Şimdi kim diyebilir ki bu işletmelerle işgal edilmiş yerler bir köydür diye. Sonra tünele girilir. Yani kentin bir başka uzamına. Ya hu, köy dediğimiz yerde tünel, köprü, viyadük, otoban, baraj diye bir şey olur mu hiç? Bunların hepsi kent içindir. Ve kent, her yeri işgal etmektedir. Ve yüzlerce kilometre boyunca sanayi tesisleri, yol levhaları, trafik ışıkları, taş ocakları, devasa AVM'ler, dinlenme tesisleri, rüzgâr türbinleri, on ay boyunca hiç bir halta yaramayan bomboş yazlıklar, petrol istasyonları, çorbacılar, tamirciler, ekip otoları, yüzlerce ve hatta binlerce reklam tabelaları ve yine özel okul kampüsleri ve yine ünlü bilmem kim köy kahvaltıcıları biteviye uzar, uzar durur. Bunu fark ettiğiniz anda boğulduğunuzu hissedersiniz, patlarsınız ve "bit ulan kent, bit; bari şuraya, şu bir karış yere el atmamış ol" dersiniz. Ama bitmez, bitemez. "Lanet olsun senin reklam tabelana, lanet olsun AVM'lerine, otobanlarına, otellerine, lanet olsun ürettiğin insan ilişkilerine ve lanet olsun..." 


Lanet biter, kent bitmez. Ve yüzlerce kilometre sonra bazı dostları görürsün. Kentin işgal edemediği şeyleri konuşursun, kentin işgal edemediği şekilde gülersin, ağlarsın, öfkelenirsin. Türkü söyler, şiir okursun. Sonra bu aranızdaki muhabbetin büyüyeceğini, lanet edilmemiş bir hayatın kurulacağını düşler, mutlu olursun.




24 Mart 2023

Gültepe