Neden yazmak zorundayım hiç bitirememe rağmen? Çalınmış bir cümle edeyim.

“Kelimeler içimdekileri ifade etmeme izin vermiyor.”

Kabul etmeme rağmen bu dünyadan ses etmeden gitmeye niyetim yok.

İskender değilim, sadece 20.yy'da doğan ve yaşamının büyük çoğunluğunu 21.yy'da geçiren, kendi alanımda başarılı olan bireyim. Kendi alanım ise hüzündür ve neden yazmak zorunda olduğumun cevaplarından biridir. Çok uzun zamandır içimde bir çürümüşlük var, buna hüzün de diyebilirim ama öyle söyleyince fazla afili oluyor. Biliyorum, ne yapsam bu çürümüşlük gitmeyecek. Artık onun da sonradan içimde belirdiğine inanmıyorum, yani aynı organlarım gibi ben yaşadıkça o da gelişti ve büyüdü en sonunda da hissetmeye başladım tabii.


Dostoyevski ''Budala'' kitabında umutsuzluğa değinir; birini ölüme mahkum etmek, cinayet işlemekten daha kötü bir günahtır çünkü kurban son nefesine kadar umut besler, eninde sonunda yaşayacağını ve bir şey olup kurtulacağını umut eder. Ama birini ölüme mahkum etmek yani idam cezası vermek en büyük caniliktir, umudun katlidir, bu kesin ölümdür. İçinde hiç umut kalmamış bir insanın yaşadığı dehşet bu dünyada hiçbir şey ile kıyaslanamaz. Birine umut besleme şansı vermemek (Burada kendi yorumumu katmak için müsaade ediyorum kendime, ilk katilden -Kabil'den- daha günahkârdır.) en büyük işkence.

Anlatmak istediklerimi Dostoyevski yüz elli sene kadar önce yazdığı için minnettarım. Bu kesin çürümüşlük korkutuyor beni. Bu yazıyı şu yüzden yazıyorum.

“Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa kendimi parçalayacak değilim elbette. Ama önümde duvar var diye boyun eğmeyi de kabullenemem.”

Bu çürümüşlük çok şey söylememe engel oldu.


Şimdi de bırakmak istiyorum yazmayı. Ben konuşmadan, yazmadan anlayan birini hayal ediyorum. İşte benim Alice Harikalar Diyarı'm bu. Ben ve bu yaz bitti.