Yazıya bir istatistik ile başlayalım. TÜİK’in açıklamasına göre Türkiye’de 995 bin üniversiteli işsiz var. Bu veri başlı başına bana “Neden okuyorum ki?” sorusunu sorduruyor. Bu soruya da verilen çok genel bir cevap var: “İş bulabilmek için.” Teori ve pratik birbirine uymuyor gibi duruyor. Buraya tekrar döneceğiz ama önce neden eğitim gördüğümüzü tekrar hatırlayalım. Kalifiye işçi, sanayi devrimiyle birlikte gelen bir zorunluluktu aslında. İşçilerin artık yalnızca kaba gücü (kol emeği) yeterli değildi. İşçinin artık bir makine üzerindeki düğmelerin ne anlama geldiğini bilmesi için okuma yazma bilmesi gerekiyordu. İşte bu andan itibaren gelişen teknoloji ile kafa emeği ihtiyacı arttı ve üniversite okumak bir avantaj olarak görülmeye başlandı. Peki, bu uyuşmazlığa dönersek neden Türkiye’de böyle bir tablo var o zaman? Yeteri kadar kalifiye değil miyiz? Yazılım mı öğrenmemiz lazım? Yazının başındaki veriyi hatırlayacak olursak bu bir bireyin eksikliğinden kaynaklanamayacak kadar büyük sorun gibi duruyor. İçinde yaşadığımız bu düzenin bir türlü çözemediği çelişkileri vardır. Bu çelişkilerin bu düzen içerisinde çözülemeyeceğini her gün görüyoruz. Türkiye’de yaşadığımız da işte bu çelişkilerle alakalıdır. Her yere açılan üniversitelerde “kalifiyeli” işçi sayısı artmaktadır ancak istihdam yaratılmamaktadır. Üretimden ziyade kar odaklı bir dünyada yaşadığımız için istihdam oluşturmak yakın vadede kar getirmeyeceğinden bu alana çok bir para harcanmamaktadır.


Ne kadar “kalifiyeli” mezun olduğumuz da sorgulanmalıdır bu arada. İstihdama yatırım yapılmama sebepleri eğitime neden yapılmadığı ile aynıdır. Sistem için bu konular sadece gider tablosundaki sayılardan ibarettir. Zira Milli Eğitim Bakanımız açıkça öğretmenlerin maaşlarının bütçede “yük” olduğunu dile getirmişti. Kendi alanımdan birkaç örnekle devam edeceğim, farklı üniversitelerde ve değişik bölümlerde okuyan pek çok sıra arkadaşımın bu örneklerde tanıdık şeyler göreceklerini düşünüyorum. Çukurova Üniversitesi makine mühendisliği bölümünde akademisyen sayısı çok azdır. Aynı akademisyen 3, bazen daha fazla derse girmektedir. Kontenjanlar sürekli arttırılmaktadır. Pek çok insanın düşündüğünün aksine pratik derslerimiz çok az ve yetersizdir. 4 yıllık eğitim süresince yalnızca son sınıfta bulunun iki laboratuvar dersi vardır. O dersler de sadece yapılmış olmak için yapılır çünkü laboratuvardaki ekipmanlar neredeyse müzeliktir ve yaklaşık üçte ikisi çalışmamaktadır.


O zaman o meşhur soruyu soralım: “Ne yapmalı?” Aldığımız eğitim yetersiz, istihdam yetersiz; o zaman kendimi diğerlerinin önüne atacak bir kabiliyetim olmak zorunda değil mi? Belki o kişisel gelişimci arkadaşlar haklıdır? Burada şunu unutmamamız gerekiyor. Sistemin bizden beklediği o düğme üstündekini okuyabilmemiz. Daha fazlasına ihtiyacı yok istemez de zaten. Kişinin kendini akademik olarak geliştirmesinin bireysel bir doyuruculuğu vardır elbette ama iş imkanı olarak pek karşılığı olduğunu düşünmüyorum çünkü daha kalifiye işçi daha çok ücret talep edecektir. Bu dünyada bir gün geçiren biri bile patronun bundan çekineceğini bilir. Dediğimiz gibi onun sadece düğmeye basması yeterli birine ihtiyacı vardır. Zamanında Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı, okuma oranı arttıkça kendisine afakanlar bastığını söylemiş, üniversite mezunlarını tehlikeli olarak nitelemişti. Ayrıca her sene KPSS ilk 10’larının mülakatta elendiği bir ülkede “ben işimi iyi yapayım başarılı olurum” düşüncesi biraz nahiftir. O zaman bizim bu ülkenin öğrencilerinin, geleceğin işçileri ve işsizlerinin yapması gereken bu çarpık eğitim düzenine karşı durmaktır.


Tekrarlayalım: “Geleceksizlik kader değil, bölüm sonu canavarı yenilebilir! Bu uzun soluklu yürüyüşte adımları sıklaştırmaya, adımlayanları çoğaltmaya ihtiyacımız var.” Gelin, üniversiteleri olmaları gereken bilim yuvalarına çevirelim.