Bir gün bir adam boş kaldırımlarda, elleri cebinde yürüyordu. Akşam olmak üzereydi. Nemli bir bahar havası vardı. Ramazan’ın henüz başladığı günlerdi, iftar masaları balkonlara kuruluyordu. Ezan okunmak üzere, çatal kaşık sesleri ve insanların bekleyişli yorgun, kısa konuşmaları duyuluyordu. Şehrin sokakları bomboş, kaldırılan pazardan arda kalan çöpler yol kenarlarında toplanmadan kalmıştı. Ne park edilmiş bir araba vardı, ne bir insan yürüyordu yollarda. 


Tezgahlardan geriye kalan turşu kokuları, fırından yeni çıkmış ekmek kokuları beraberinde insanlar evlerine yetişmiş ve akşam ezanının okunmasına dakikalar kalmıştı. Kendisini evde bekleyen kimse yoktu, ailesini bu sabah başka bir şehre yolculamış onun verdiği hüzün ve yalnızlık duygusuyla hızlı adımlarla ezan okunmadan önce eve dönmeyi istiyordu sadece. 


Kaldırımlardan yürümenin beyhudeliği ve içini sıkan atmosfer kendini yolun ortasından yürümeye itti. Öylece yürürken şaşkınlık ve bir başına kalmışlığı ile içinde bulunduğu durumun sıra dışılığını düşündü. Eve girmeden önce dış kapıyı açarken ezan okundu ve nihayet eve girer girmez kendini kaptıracağı bir film açıp, izlemeyi düşündü. İçeri girince kendini daha iyi hissetmeye başladı. Dışarının yalnızlığı ve insanların beraberliği kendi yalnızlığını ziyadesiyle perçinlemiş yoğun duygular hissetmesine sebep olmuştu. 


Midnight in Paris’i ilk defa izleyecekti şanslı sayılırdı. Kendini bulmaya çalışan, bir eser ortaya çıkarmaya uğraşan yazar karakteri Paris sokaklarında dolaşırken, geçmiş yıllara gider Hemingway’le eseri hakkında konuşur derken bir yandan, akıp giden zaman olgusu dikkatini çeker. Hep eskinin daha iyi ve her şeyin daha kolay olduğunu düşünür. Neden diye sorar kendine, çünkü olanlar olmuş, sorunlar çözülmüş veya iyi ya da kötü de olsa bir sonuca bağlanmıştır. Film bittikten sonra ise vardığı sonuç şöyledir; olanlardan bizim bir sorumluluğumuz olmadığı gibi sinema filmi izleyen bir seyirci rahatlığı ile bir zamanlar hayatın akışına tanıklık edebiliriz diye düşünür.