Eski Rum evlerinin arasında gezinirken, girip çıktığı seramik atölyelerinin içinde, raflarda duran toprak bir kap gözüne çarptı.

"Bu nedir?" diye sordu.

Görünüşte hiç bir özelliği olmayan bu kabın, diğer kaplardan tek farkı; tam ortasından uzanan bir çıkıntısının olmasıydı. Gözleri, artık yakını görmediğinden ortadaki çıkıntının tam üzerinde duran delikleri görmemişti.

"Bu Pisagor kabı," dedi adam.

"Bu kabı eğer ağzına kadar doldurursan birden boşalır," diye ilave etti.

Gözgöze geldiler. Her ikisinin de yüzü gülümsedi.

"Bak, en tepesinde minnacık delikler var. Doyumlu olmak önemli, doyumsuz olursan, bir anda herşeyini kaybedersin," diyerek sakalını sıvazladı.


  Hayatı boyunca gösterişten uzak, alın teriyle para kazanan, var olanla yetinmesini bilen bir insan olmuştu. Ancak aşk söz konusu olduğunda ruhu açgözlü bir canavara dönüşüyordu. Kendi boşluğuna, mavi boyalı bir merdiven dayadı, beyaz panjurlarının kepenklerini araladı ruhunun. Gizlice kendi doyumsuzluğuna baktı. 

"Çok sevmek değildi marifet, güzel sevmekti değil mi? Ama beceremedik canım benim, beceremedik," diye söylendi kendi kendine.

 Büyük bir aşkın kabını ikisi de tüm hırslarıyla hızla doldurmuş sonra da bir anda kap boşalmış, aşk bitmişti. Nereye gitmişti bu büyük aşk? Her iki taraf da ters yönlere doğru hızla kaçmışlardı. Aşk başka bir baharda çiçek açmaya gitmiş, ikisini de cezalandırmıştı.Yorgun, bitkin ve anlamsız hissetmişti ikisi de. Sarılmalar yetmemiş, öpüşmeler sevişmelere ve sevişmeler de en sonunda ayrılığa uzamıştı. Herkesin aşkı yaşarken yaşadığı bu değil miydi oysa? Sevişmeden aşk mı yaşanırdı? Pisagor kabını ağzına kadar doldurduktan sonra bir anda boşalması gibi olmuştu aşkları.

"Aşık olacaksın olmasına ama dokunmadan, sevişmeden yaşanan aşkla idare edeceksin anlaşılan," diye söylendi kendi kendine.

Beyaz pancurlarının kepenklerini kapattı ruhunun, kendi boşluğuna dayadığı mavi boyalı merdivene sımsıkı tutundu ve dimdik aşağıya indi. Artık gözleri yakını görmüyordu, aşk da lazım değildi.

Pisagor kabını satın alıp nehir boyunca yürümeye başladı. İnsan en çok kendine sabrediyor, en çok kendine kızıyor ve en çok kendiyle savaşıyordu. Marika 1914 yılında, memleketine göçmeden önce yazlık odasının kapısına Yunanca: "Sabır en iyi ilaçtır, kullanmasını bilene," diye yazmıştı. 

Eve geldi. Pisagor kabına baktı. Evin en güzel yerine yerleştirdi onu. Hergün bir damla su koyarken, hem sabrı hem de durmasını bilmeyi öğretecekti kendine. Artık gözleri yakını görmüyordu ne de olsa, aşk uzakta bir yerlerde çiçek açabilirdi ve Marika da Sait Faik'in İstanbul öyküsündeki gibi göçmeseydi ülkesine adı Mercan Hanım olarak değişebilirdi.