“Bugün sıra bende.” diyorum ve ellerimi ovuşturup güneşin ışığını görür görmez yataktan ayağa kalkıp ilerliyorum. Kapı, ağırlığıyla, daha çıkmadan beni kucaklıyor. Yerdeki görünmeyen tozlara basarken çıkan çıtırtılardan bile destek gördüğümü biliyorum. İçerideki dolanan rüzgârın da sevgiyle saçlarımı okşadığına eminim. Tavana kadar uzanıp çatıyı tutan bütün kalın kütüklerinin beni süzdüğünü bilerek gülümsüyorum. Ahşap kokusu içime dolduktan sonra derimin üzerine görünmeyen bir krem sürüyor sanki. Çıkmadan daha parlağım ve daha çok hayat sıvısı doluyum.

“Bugün sıra bende.“

Kapıdan çıktığımda güneş yüzümü okşadığında bu kutsal kavuşmayı bir dakikadan fazla bir saygı duruşuyla selamlıyorum ve küreğime yönelmeden bekliyorum. Sırtım evime, yüzüm güneşe dönükken yenilmez olduğumu düşünüp gülümsüyorum. Kuşlar havalansın istiyorum; en azından bir kaçından destek bekliyorum, olmuyor. “Olsun, bugün sıra bende” diyorum birilerine duyurmaya çalışır gibi.

Son bir destek için kapıma dönüp, o on yedi numaranın parıltısına, bir daha bakıyorum. Kenarda beni bekleyen küreğe ilerlerken küreğin kalp atışları bana doğru geliyor. Bana dokunamayan atışların bir kısmı arkamdaki dağa doğru yayılıyor. Bir uyanışın nabız atışı dağın ritmine karışırken sertleşmiş avuç içlerimle küreğin pürüzsüzleşmiş tenini kavrıyorum. İkinci ve beşinci karıştaki neredeyse yok olmaya yakın olan o çıkıntıları hissetmeyi de ihmal etmiyorum. Küreğin de “Bugün sıra sende” dediğini biliyorum. Bir zamanlar cevizken onun da dallarından çıkan cevizler olduğunu fısıldıyor bana; su kenarına kadar yuvarlanan bir tanesinden konuyu açıyor yine; suya kadar inatla ulaşıp toprağa sıkıca yapışıp kök salan o atasından övgüyle bahsediyor. Kabuğunu ilk çatlatışından, kökünün toprağa değdiği andan ve sıkı tuttuğu toprağın üstüne ilk çıkışından bile söz etmeyi ihmal etmiyor. Üçüncü kışın sertliğinden; neredeyse pes edecekken yapraklarının nasıl destek olduğuna ve kendisini oluşturan dalın etkisinden yine bahsediyor.

Cümleleri güç bela biten omzuma attığım geveze küreğin denge noktasını bulduğum anda geriye doğru estetik bir dönüş yapıp ağılın kapısını açıyorum; keçileri ve koyunları serbest bırakırken gülümsüyorum. Alnında beyaz leke olan siyah oğlağı tanıyorum. Avucumu açışımla yaklaşıp avuç içlerimi yalayıp kaçıyor. Ne yaptığını bilen bir sürümün oluşuyla da gurur duyarken çan sesleri ve hırıltılarına arkamı dönüp aşağı doğru yürümeye başlıyorum. Güneşin yine selamını alıp arkamda bıraktığım tozlardan dolayı gururlanıyorum. Onlara yüklenebilecek ne kadar güzel anlam varsa yüklüyorum.

Dikkatim en üst seviyede; ne karıncalara ne de çiçeklere basmadan ilerlemeye çalışmanın kazıdan daha fazla yorduğunu biliyorum. Parmak hesabıyla kaçıncı seferim olduğunu hesaplamaya çalışıyorum ama aklıma gün gelmiyor. Bir salıyla bir cumartesinin eşit oluşu korkutuyor beni bir an. Ağırlığımın ezdiği çimenlerden özür dileyerek iki cevizin ortasındaki ince dereden atlıyorum. Yeşil yapraklar onlara değmem için uğraş veriyor sanki. Ayağım yere değer değmez “Bugün sıra bende” diyorum.

Ağaçların arasından toprağa ulaşmaya çalışan ışık çizgilerini topladığımda başım yukarıda yaprakların damarlarına bakıyorum. Işıkla beslenişlerine saygı duyuyorum bir kez daha; cevap olarak parıltı alıp cebime dolduruyorum. Küreğimin sapının ısısı da o zaman geliyor. Bir zamanlar ait olduğu ağaca yaklaştığımızı anladığım anların omuriliğimi okşayışının meyvelerinden birini ısırıyorum ve dayanamayıp bitiriyorum. Fazlalıkları da cebime doldurmayı ihmal etmiyorum.

Her kazı başlangıcında önem kazanan o köpekbalığı ısırışları içeren bakışlarımı dört bir yana atmayı ihmal etmiyorum. Bir karganın tüyünden ölü kaplumbağaya oradan deredeki kurbağa yumurtalarına kadar her şeyi ısıran ve içimdeki o kibirli sandığa hapseden bu ısırış her şeyim. Sandığa da lafım yok zaten. İçinde bahar yağmuru olan sandıkla yarışabilecek bir şey de bilmiyorum. “Bilsem zaten ben olamam” diye söyleniyorum.

Havayı yarıp ilerlerken benden parçaları dört bir yana yayıldığını hayal edip Çukur’a doğru bakıyorum. Nefes verişimde yayılan atomik parçaların bir kiraz çiçeğine konması için çok derin bir nefes alıp bekliyorum. İçimde demlenen havayla attığım beş adımın zevkine varıp nefesimi veriyorum. Çiçeğe ulaşmasını istediğim parçaları Çukur’un yuttuğunu hissedince moralim bozuluyor. Ayak tırnağıma ani gelen sızıyı da bu fikrimin onayı kabul edip yürümeye devam ediyorum. Yediğim kaz yumurtasını ve minik domatesleri düşünmem bile kendime getirmiyor. Bulutlara bakıp beyazlık topluyorum ve üşenmeden eğilip tam arkama bir çizgiyi o beyazlıkla çiziyorum. Aldığım beyazlığın kararttığı bulutların çizgiye yağacağı âna kadar o beyaz çizginin kalacağını biliyorum.

Her şey geride artık.

Küreğimin metal ucunu öne getirip bunu belgeliyorum kendimce. Kırk iki ağaç, bir dere, yokuş aşağı bir iniş ve pek çok güneş ışığıyla ikiz ağaçların arasındaki Çukur’a doğru bakışımla rüzgâr esiyor ve sağdan sola esişle birlikte palamutlar birer saniye aralıkla düşüyor. Bu sefer on beş sayıyorum. Tek tek toplayıp içlerinden bir tanesini seçmeye çalışıyorum; olmuyor. Hepsi aynı gibi ve mecburen hepsini cebime dolduruyorum. Görünmez bir elin sırtımı sıvazladığı birkaç adım sonunda Çukur’un ucundayım.

Bir vidanın dışı gibi bir sarmal yolun başında duruyorken son palamudun sesi geliyor arkamdan, bakmıyorum. Kulağımdaki sesi yeter diyorum içimden, kimse duymuyor.

Gözlerim kapalı saymaya başlıyorum. Gözümü açtığımda yüzlerce metre ileride olduğunu görüyorum.

Çukurun ilk boğumunu yedi binden fazla adımda alacağımı biliyorum. Tam ortada demirden bir çubuk üzerindeki metal kutuya biniyorum. Yarım tur sonra onu da alacağım yolculuğum başlıyor.

Bir ay beyazlığı gözlerimi kamaştırınca yine şaşırmıyorum. Kaçıncı parlaklık olduğunu sayamadan geçen o yarım dönüşlerin zevkini çıkarmasını biliyorum artık. Bir öncekinde dört bir yanda karlar ve bir geyik sürüsü vardı. Sıra bendeydi.

Çukurun dibinden gelen uğultu yüksek ve karşılıklı dağlarda dizilmiş kat kat evlerdeki herkesin artık duyamadığı bir ses haline gelişine bir kez daha emin oluyorum. Tam dipte kulaklarıma yüklenecek sesi de çok iyi biliyorum. Çekinmememi sağlayacak gülüşün farkında olmasam yüzüme çarpan her toz tanesine bir anlam yüklemezdim; onu da çok iyi biliyorum.

İlk döngü ne zaman başladı hiçbir fikrim yok. İki dağın tam ortasındaki bir çukurda dönerken fikir yürütmem de çok zor. Uğultu ve toz basit zorluklar, Çukur’un yükseklik korkusu ve dağların yeşilliğini üzerindeki dağa resmen çakılmış dik kayaların yarattığı alçaklık korkusu daha önem arz ediyor o ân bana.

Kuşların uçuşuyla daha da hızlandığım ve tozları çevreye yaydığım sırada bir terslik sezsem de duramayacağımın da farkındayım, o yüzden çeyrek yaylık mesafedeki güzelliğe bakmaktan başka çarem kalmıyor.

Kısa süre sonra hedefimle aramda iki adım kalsa da bana uzak olduğunu hissedebiliyorum. Elindeki kazmayı arkama doğru atıp içeri zıplıyor. Dokunuşu kısa, etkisi sonsuz sıçrayışındaki tatlılığa eş şeyler arıyorum yine. Yaban çilekleri dışında bir şey gelmiyor aklıma ilk başta ama sonra dahası köpürerek zihnime akın ediyor. İlk defa dokunduğu omzumdan ense köküme ve Çukur’un uğultusundan kafatasıma çarpan şeyler beni olduğum yere çiviliyor.

“Devam et” demesi de yetmiyor çiviyi sökmeye, on sekiz numarada olduğunu ekliyor.

“Kazmayı bırakmamız lazım” demek isterken dibe kadar varıyoruz. İçinde bulunduğumuz metal kutuyu doldurduktan sonra altına mıknatıslı demirleri yerleştirip itmeye başlıyoruz. İnişten daha kolay bir çıkış olmasına rağmen altı yüz adımlık çukuru dolanarak çıkmamız üç saatten fazla zamanımızı alıyor.

  Çukur’un dışından toprağı, karşılıklı evlerin tam ortasında yılan gibi kıvrılıp vardığımız tünele ulaştırmamız uzun sürmüyor. Tünel dar ve yüz insan yüksekliğinde girişiyle bizi karşılıyor. Zamanın olmadığı uzun ve karanlık bir yürüyüşten sonra içinde herhangi değerli bir şey olmayan kumu yere boşaltıp geri dönmeye hazırlanırken tünelde ilk defa ışığı görüyoruz.

Girişe tekrar ulaştığımızda hava kararmış oluyor. Herkes evinde ve ortalık sakin görünüyor. Birbirimize bakıp baş salladıktan sonra evlerimize doğru ilerliyoruz.

Onu bıraktıktan sonra planıma uygun şekilde ikiz ağaçlara ilerleyip palamudu aramaya başlıyorum. Birkaç dakika içinde ele geçirdiğim palamudu bütün gücümle Çukur’a atıyorum. İçerideki hava akımı sayesinde merkeze ulaşacağını bilerek evime doğru yürüyorum.

Ağıldan iki kova sütle çıkıp evime giriyorum. Kaynatma ve mayalanma sonrası yatağıma uzanıp palamudu düşünürken uyuyakalıyorum.

Sızlayan avuç içleri sayesinde erken uyanıyorum. Havada korkunç bir farklılık var. Dağların üstünü örten kara bulutlar bu sefer iyice abartmış durumda. Yıllarca yağan yağmur iki dağın sardığı evlerimize hiçbir zaman ulaşamamıştı ama bu sefer bulutlar kararlı görünüyor.

Çukurun yağmurla tanışacağı bir zaman olduğu besbelli. Kara izin veren Çukur her yağmur başlangıcında uğultusuyla rüzgâra hükmedip bir esinti yarattığı zamanlardan çok uzakta olduğunu hissedebiliyorum.

Beni çağırışını da bu hissin ortasında duyuyorum. “Bugün sıra sende” diyor. “Bugün zaten sıra bende” dediğim an anlıyorum her gün sıranın bende olduğunu. Midemi bulandıran bu gerçek dizlerimin üzerine sertçe düşmemi sağlıyor. Dizlerimdeki acının da gerçekliğiyle kafamı kaldırdığımda üçüncü gerçeğe bakıyorum: Bir kova süt.

Kovayı kapıp dışarı çıktığımda ağılın kapısının açık olduğunu görüyorum ve bir kova sütle öylece yokuştan aşağı iniyorum. Her şey olduğu gibi. Minik dere, ağaçlar ve ikizler arasından bulut karanlığında ilk defa geçiyorum. En azından bunu biliyorum diyorum içimden, defalarca.

Çukur önümde dururken palamutların döküldüğünü bir defa daha duyuyorum; ama inatla arkamı dönmüyorum çünkü tam karşı cephede bir karartı duruyor. Ondan gözümü almamı sağlayan bir damla yağmur oluyor. Kovanın dibinde tutup bütün sütü çukura boşaltmamı da sağlayan bir damla bu. Elimdeki bütün gerçeklerin birbirine karıştığı bir an bu. Ben, süt ve Çukur dışında hatırladığım bir şey yok.

Çukur’un yağmura yenilmeyeceğini biliyorum. Yağmur şiddetini arttırınca bir şeylerin sonlandığını fısıldıyor bana, “Doğru anı bekle” diyor. Eve doğru koşmamı sağlayan bu mesajı algılamakta güçlük çekiyorum. Kontrol bende değil, niye eve doğru koştuğumu anlayamıyorum. Eve varıp gökten boşalan sulara bakınca tünelden gelen hafif ışığı görebiliyorum. Tünelde gördüğüm ilk ışık bu.

Koşu başlıyor.

Her adımda daha fazla ıslanılan, ciğerlerin daha fazla yandığı ve sonuca doğru atılmış bir ok ilerliyor.

Suyun içine dalacağımı düşünürken sular beni içine alıyor. Göz açıp kapamama fırsat bulmadan Çukur kontrolü alıp bütün suyu köpüklere boğuyor. Ona doğru ilerlerken ölümsüzlüğün acısını bir daha duyuyor olsam da beni sarmasına izin veriyorum.

İçeride birileri daha var. Tünelde sağdan soldan birileri gelip duruyor.

Kucaklıyor beni. Yükseliyoruz yavaş yavaş; ışığa doğru. Tünele doğru ilerlediğimizi biliyoruz.

Çukurun çıkardığı tiz sesle tünele giriyoruz. O gördüğüm karartıyı da içimize alıyoruz.

Bir karanlıkta kayboluyoruz.

Gözümü aniden açıyorum.

“Bugün sıra bende.” diyorum.