Farkına varmadan, gerçeklere karşı körlük ederek bu zamana kadar etrafına görünmez duvarlar örmüştü. Bugün ise bu görünmez duvarları yıkmak amacıyla bu sahafın karşısında bulunuyordu.


Henüz içeriye adım atma cesaretini gösterememişti ki içeriden “Birine mi bakmıştın kızım?” diyen bir adamın sesi duyuldu ve ardından ardı arkası kesilmeyen bir öksürük nöbeti başladı.


Kübra “Evet, ben Baki Bey’e bakmıştım.” diyerek sahafın içine girdi. Karşısında duran kişinin aradığı kişi olduğunu biliyordu ancak yine de bunu sormak ihtiyacı hissetti.


Öksürmesi bittikten sonra başını kaldırdığında gördüğü kıza şaşkınlıkla baktı ve “Demek sen geldin Kübra? Buraya gelmekle beni çok mutlu ettin. Annen nasıl, iyi mi? Uzun süredir buraya gelmedi. Seni ne çok özlemişim. Kusura bakma, ayakta kaldın. Gel, şöyle karşıma otur da birer kahve içelim.”


“Kahveye gerek yok. Buraya senden yardım almak için geldim. Annemin senden daha yakın olduğu bir akrabasını tanımıyorum. Annemin nasıl olduğunu eminim ki sen benden daha iyi biliyorsundur. Zaten buraya gelme amacım da senin aracılığınla anneme ulaşmak. Biriken ve anlatmak zorunda hissettiğim bazı şeyler var. Bana ayırabileceğin zamanın var mı?”


“Zamanı tanrı yaşar ama tanrının bizleri içine koymuş olduğu bu zaman içerisinde doldurduğum bu süreyi senin için ayırabilirim.”


Baki Bey’in bu yanıtı Kübra’yı biraz şaşırttı ama yine de Baki Bey’in durumun ciddiyetinin farkına varamamasını yadırgamadı. Ne de olsa ona hiçbir şey anlatmamıştı ve hiçbir şeyden haberi yoktu.


“Öyleyse anlatacağım. Beni sonuna kadar dinlemeni rica ediyorum. Bana sinirlenip öfkelenebilirsin, buna hakkın var. Ancak bana karşı doğacak olan öfkeni anlatacaklarım bittikten sonraya saklamanı istiyorum.”


“Peki, başla öyleyse ancak hiç iyi şeyler geçmiyor muhayyilemden.” Baki Bey endişelenmeye başlamıştı. Neler olduğunu merak ederek Kübra’yı dinlemeye koyuldu.


Her şeyi, bütün toyluğunu ve inatçılığını Baki Bey’e nasıl açıklayacağını bilemeden büyük bir utançla başını yere eğip konuştu. Başını sadece söylediklerinden emin olmasını istediği zamanlarda kaldırıp gözlerinin içine baktı ve çok olmadan yine utancından başını yere eğdi.


“Çocukluğum babaannemin evinde geçti. O yıllarda annemin beni asla sevmediğini ve beni sevmediği için de babaannemin yanına yolladığını düşünürdüm. Beni sevmediğini düşündüğüm için ben de onu sevmez, hatta hafta içi beni babaanneme bırakıp hafta sonları benimle vakit geçirmesini ve bu sahafa getirmesini saçma bulurdum. Babam mı? O her akşam eve gitmeden önce babaannemle benim yanıma uğrar ve benimle oyunlar oynardı. Babama hiçbir zaman nefret duymadım ya da ona yakın olmak ihtiyacı da hissetmedim. Çünkü bilindiği gibi her çocuk yalnızca annesinin ilgi ve sevgisine muhtaçtır.

Bir gün bir haber geldi ve babaannem evde çılgına döndü. Annem babamı bıçaklamış ve öldürmüştü! O günden sonra anneme olan öfkem her geçen gün daha da arttı.

Annem hapse girdikten sonra beni defalarca aradı. İlk zamanlarda babaannem konuşmama izin vermedi. O zamanlar ne kadar annemi sevmesem de ondan nefret etmiyordum. Eğer babaannem izin verseydi onunla konuşurdum ama buna izin vermedi. İlerleyen günlerde ise bunu ben de istemedim.

Annem telefonları açmayacağımı anlayınca bana mektuplar göndermeye başladı. Bu mektupları da gittikçe artan inadımdan ve duyduğum nefretten dolayı okumadım, hepsini bir köşede biriktirdim.

Geçenlerde yakın bir arkadaşım bu mektupları gördü. Ona hiçbirini okumadığımı ve okumayacağımı söyledim. Ben diğer odaya geçtiğimde ise üstte duran son mektubu alıp okuduğunu odaya girdiğimde öğrendim. Mektubu elinden almak için üzerine koştuğumda bana kızdı, bağırdı ve mektubu okumamı söyledi. İşte göndermiş olduğu son mektup yanımda. Mektup üç hafta önce yazılmış ama ben okuyalı yalnızca bir gün oldu.”


Kübra, zaten açık olan çantasına elini usulca sokup bir zarf çıkardı ve bunu Baki Bey’e verip okumasını söyledi.


Sevgili Kızım,

Babanın ölümünden bu yana altı ay geçmiş. Uzun süredir takvim yapraklarına ve saate bakmayı bırakmıştım. Odaya asılı duran takvimde tarih gerçeğinden dört ay öncesini gösteriyor.

Sana kendimi açıklamam için bana asla fırsat vermedin. Babaannene uyup memlekete gittin. Küçük bir şehir her şeyi unutturacakmış gibi gelmiş olabilir. Bu zamana kadar öğrendiğim bir şey var ki insan böyle tenha yerlerde daha çok hatırlıyor yaşanılanları. Büyük bir şehirde insanların arasına karışıp, kalabalığın içerisine girip kayboluyorsun ve yüzleşme vaktini gece yatağa yatana kadar ertelemiş oluyorsun.

Şimdi aramızda dağlar, yollar var. Bu dağları ve yolları çok kez aşıp yanına geldim ama beni dinlemek için yanıma bile gelmedin. Babaannen beni eve sokmayıp beni tehditlerle korkutmaya çalışarak senden uzaklaştırdı.

Seni suçlamak değil amacım ama herkes birileri tarafından dinlenmeyi hak eder. Sen beni bir kez bile dinlemedin. İnsanlar arasındaki köprüler anlaşılamamaktan değil mi zaten?

Mektuplarımı okumadığını biliyorum çünkü tüm gerçekleri bilip de bunlara sırt çevirecek biri değilsin. Sadece çok inatçı ve hırslısındır ve bunlar çocukluğundan beri sana birçok şey kaybettirdi.

Sen kendini bildin bileli babaannenin yanında kalırdın. Bunun sebebi seni sevmemem değildi. Seni yanıma alıp sana masallar anlatmayı, gece uyumadan önce yanağına küçük bir öpücük kondurmayı ve iyi geceler demeyi çok istedim. Baban her gün eve geldiğinde bağırır çağırır ve ikimize de zarar verirdi. Ben de etkilenmemen için babaannende büyümene izin verdim. Oysa her gece senin nasıl olduğunu düşünürdüm ve gözüme uyku girmezdi. Seni çok seviyordum, sen bilmesen de. Sen benden nefret ederdin. Hayır, sana kızmıyorum. Tüm bunlar senin yaşamı henüz öğrenemeden birileri tarafından düşüncelerinin şekillendirilmiş olmasının getirileri. Bu yüzden seni suçlayamam. Asıl suçladığım kişi her daim ben olacağım.

Her hafta sonu birlikte zaman geçirirdik, sahafa giderdik, parklarda yürürdük… Hatırladın mı? İşte bunların hepsi sana olan özlemimden ve sana olan sorumluluğumdan kaynaklıydı. Çünkü bir insanın dünyaya bir can getirmesinin sorumluğu bir canı öldürmenin sorumluluğundan bile ağırdı benim gözümde ama elimden hiçbir şey gelmezdi.

Şimdi sana o geceyi anlatacağım. Eğer bana gelmezsen tekrar ve tekrar anlatacağım. Eve geldiğinde çok sinirliydi. Söyledikleri karşısında sussam ve gidip önüne bir kap yemek koysam şimdi durum nasıl olurdu bilmiyorum ama ben susamadım. Ettiği kötü sözleri ona iade ettim ve bu onu epey sinirlendirdi. Bana hiçbir zaman fiziksel şiddet uygulamazdı. İnsanı asıl yaralayan şeyin sözler olduğunun bilincindeydi. Fakat o gün çok farklı bir gündü ve mutfaktan bir bıçak kapıp üzerime saldırdı. Devamında ise ne olduğunu baban yere yığıldığında anladım. O ölmese ben ölecektim. Bunu sana nasıl kanıtlarım bilmiyorum. Bak, ben hapiste değilim. Eğer gerçekten suçlu olsaydım özgür olamazdım ki. “Özgür mü diyorsun kendine? Sana hükmeden düşünceni duymak isterim.” diyen Nietzsche beni bu kanıdan alıkoymaya çalışıyor ama bunun konumuzla ilgisi yok.

Nerede olduğunu bilmek ama buna rağmen sana uzakta kalmak çok zor. Ben sana muhtacım.Eğer gelmezsen burada sevgiye ve ilgiye susamış ama bu susuzluğunu giderememiş bir halde hayata veda etmek zorunda kalacağım.

Annen.


Baki Bey bu duydukları karşısında çok şaşırdı. Gözlerinin dolmasına ve bu yaşların süzülmesine engel olamadı. Olayların aslını Aynur’dan bir kere bile dinlememişti Baki Bey. Aynur’un bir yanlış yapmayacağını ve eğer altında bir sebep yatmıyorsa bir cana kıyamayacak kadar iyi bir insan olduğunu zaten biliyordu.


“Şimdi ne olacak peki? Yaptığın yanlışın farkına vardıysan eğer annenin yanına dönecek misin?” diye sordu Baki Bey.


Kübra, “Elbette gideceğim.” dedi yükselen sesiyle. Baki Bey’in gözlerinin içine baktı bunu söylerken. “Ben hiçbir zaman böyle olacağını tahmin dahi etmemiştim. Eğer bilseydim annemi on senedir orada derin bir yalnızlığa mahkûm eder miydim hiç?”


“Hala anlayamıyorum ne yapmak istediğini. Tüm bunları neden bana anlattığını ya da neden şu an annenin yanında olmak yerine benim yanımda zaman kaybettiğini anlayamıyorum .”


“Nasıl gideceğimi, ne yüzle gideceğimi bilmiyorum. Anneme seninle beraber gitmek istediğimi söylemek için geldim.” dedi ve artık daha fazla içinde tutamadığı gözyaşları şakaklarına süzüldü.


Kübra, Baki Bey’in gözünde o yedi-sekiz yaşındaki haline bürünmüştü. Sanki üzerinde mavi önlüğü, sırtında okul çantası vardı. Kızmak istiyor kızamıyor, haykırmak istiyor ama çığlıklarını içine atıyordu. Bu isteğini geri çevirecek, ona yardım eli uzatmayacak değildi. Bunu yapmaya vicdanı el vermezdi.


“Ben de yıllardır çok gözyaşı döktüm, biliyor musun? Keşke gözyaşı dökmek tüm acılara derman, tüm yaralara merhem olsaydı. Evet, gözyaşı insanı ayakta tutmak için gerekli ama yeterli değil. Gözyaşlarını sil, gidelim ve annenin sana olan özlemini giderelim. Anneni iyi edecek tek şey demek sendin ve şimdi buradasın. Ona gitmek için zaman kaybetmeyelim.”


Kübra’nın yaşlar süzülen gözleri birden güldü. İki eliyle gözlerinin yaşını sildi ve “Hadi gidelim.” dedi.


Kübra’nın içinde büyük bir heyecan ve özlem vardı. Annesinin vereceği tepkilerin hepsini düşünüyor, hesaba katıyor ve buna göre ne cevaplar vermesi gerektiğini kararlaştırıyordu. Aklına gelen tüm ihtimallere karşı sadece tek bir cevap verebiliyordu annesine karşı. Her ihtimali düşünürken yapabildiği tek şey özür dilemek ve pişmanlığını dile getirmekti.


Aynur’un evine gittiklerinde kapıyı ısrarla çalmalarına karşın içeriden kimse çıkmadı. Balkona çamaşırlarını asan bir kadının sesini duydular. Bu ses onlara “Aynur’u arıyorsanız o hastanede. Çok oldu gideli, bir türlü dönmedi. Onu arıyorsanız hastaneye gidin.” dedi.


Kübra kadının yalan söylüyor olmasını diledi. Neden yalan söyleyecekti ki? O da bilmiyordu. Belki de annesini sevmeyen, düşman bir kadındı bu. Tüm bunların gerçek olduğunu öğrendiğinde bir kez daha şimdi hissettiği acıyı hissedecekti. Baki Bey kadına teşekkür etti ve oradan ayrıldılar.


Annesi hastaneye kaldırılmıştı ve durumu iyi değildi. Doktorlarla konuştuktan sonra tamamen yıkıldı. Yıllar sonra annesiyle arasında bulunan ve kendisinin ördüğü kara duvarlar tam da yıkılacakken bu haberi almak onu hüzne ve ümitsizliğe sevk etti. Annesinin ölebileceğini öğrendi. Bunca zaman onun mektuplarını okumayıp inatçılık ettiği için kendinden nefret etti. Oysa sevginin inadı ve hırsı yenip insanı huzurlu kılan bir yanı olmalıydı. Belki de annesine olan sevgisi bir süre sönük kalmış ve sonradan yine yanmaya başlamıştı.


Annesinin, babasının ve kendisinin olduğu fotoğraftan annesinin olduğu kısmı kesip denize atışını ve denizin annesini sürükleyip götürüşünü hatırladı. Deniz annesini içine çekmiş, boğmuş ve öldürmüştü. Böyle şeylerin yapılmaması gerekirdi. İşte hiç beklemediği bir anda gerçek oluyordu annesinin ölümü. Yoksa onu öldüren kendisi miydi? Bir insanın ölmesini istemek ya da onu öldürmek… Bir insanı düşüncelerde öldürdükten, ona olan sevgiyi yitirdikten sonra ne önemi vardı bedenin?


Hastaneye geldiklerinde Kübra ilk olarak annesine sarıldı ve ona duyduğu derin özlemi bu şekilde gidermeye çalıştı. Uzun süre konuşmadılar. Evet, ikisi de hiçbir şey söylemedi. Bu sessizliği Kübra bozdu.


“Ne desem bilemiyorum. Buraya gelmeden önce uzun süre düşündüm ama sanırım söyleyebileceğim akla ve mantığa sığar hiçbir şey yok. Bu zamana kadar hayatımda birçok yanlış yaptım. Bugüne kadar hiçbiri için pişmanlık duymadım ama sana karşı yaptığım hata kalbimde derin ve asla kabuk bağlamayacak yaralar açtı. İnsan kör değilse de kör, sağır değilse de sağır olabiliyor gerçeklerden uzaklaşmak isteyince. Kendimi aklamak gibi bir derdim olduğunu düşünme sakın. Biliyorum ben ne kadar kötü bir insanım. Bensiz, hatta hiç kimsesiz neler yaptın bu zamana kadar bilmiyorum. Farkında olmadan ne çok canını yakmış, seni nasıl büyük bir yangının ortasında bir başına bırakmışım. Ancak bilirim sen affedicisindir. Gerçi affetmek istemezsen de diyecek sözüm yok. Keşke büyük işkencelere maruz kalsam ve bu bir kefaret olsa ama ne yazık ki bu da mümkün değil. Sadece özür dilerim.”


“Ne işkencesi? Ben seni istedim hep ve sen şimdi karşımdasın. Sen gerçeği öğrendin ve artık bu şekilde ölebilirim. Hastaneye geldiğim günden beri sana kendimi kanıtlamadan ölmek düşüncesi beynimi kemirdi ve yüreğimi parçaladı. Sen bundan sonra beni bırakıp gitmeyeceksen başka bir dileğim yok.”


Kalan süreyi hastanede hep beraber geçirdiler. Yıllardır konuşmamış iki insanın bir araya geldiğinde ya uzun süre konuşmaları ya da uzun süre susmaları icap eder. Bunun arası yoktur çünkü ya söylenecek çok şey birikir ya da hiç birikmez. Bu hiçbir şeyin yaşanmadığından değil bazı sözlerin söylenme gereğinin olmamasındandır. Kübra ve Aynur da genelde sustular ve yaşadıkları acıları, dertleri anlatmaktansa söyleyebildikleri kadar birbirlerine olan sevgilerini dillendirdiler.


Aynur hayata gözlerini kapayana kadar Kübra onun yanındaydı. Aynur kızının yanında olmasından dolayı ve ona kendini anlatabilmiş olmaktan dolayı mutluydu. En ufak bir kırgınlığı dahi yoktu. Kübra ise ölene dek mektupları zamanında okumayışının pişmanlığını yaşayacaktı. İçindeyse ömrü boyunca bir kayanın yüzlerce yıldır durduğu yerden kıpırdatılmasının boşluğunu duyacaktı