Karşısındaki konuşurken sağ elinin parmaklarını serçe parmağından işaret parmağına doğru sırayla masaya vuruyordu. Bir şey düşünmekten çok düşünecek bir şey arıyor gibiydi. Gözleri kısıktı ve kafasını konunun ne olduğunu bilmeden gelişigüzel sallıyordu. Konuyu bilmek isteyen bir hali de yoktu. Karşı yönden gelen hızlı cümlelerden bir iki tanesini yanlışlıkla da olsa yakalayınca gözleri bu sefer karşısındakine yöneldi. “Ayak basılan her noktanın altında en az bir ölü vardır.” diyen bir güzelliğe fazla katlanmalı mı diye yüzüne baktı, bakar bakmaz da Katlanma kelimesinin ağır olduğuna karar verdi. Tam tersi bir kelime düşünmeye çalıştıysa da bulamadı. Oturdukları kafenin gürültüsünden dolayı bulamadığına emindi.

Elinde duran menü kartının dört köşesinde de kafenin iki üçgenli amblemi vardı. Üçgenler iç içeydi ve kesiştikleri noktada bir kiraz ağacı vardı. Bir kafe için uygun olup olmadığına karar veremedi. Fazla iddialı görünüyordu. Yemek ve içeceklerin yazıldığı harfler griden daha açık, silik denebilecek tondaydı. Görmek için gözleri kısmak gerekiyordu. İçeceklerin olduğu kısımdaki yazılarsa kiraz ağacının pembemsi rengiyle uyumluydu ve daha okunaklıydı.

O ise ne ağaca ne de yazılara dikkat edemiyordu. Menüdekileri ezbere biliyordu ama yine de öylesine bakıyordu. Akıldan çıkmış bir ismin gelmesini bekler gibi inceliyordu o bakışında. O sırada, ne bir isim ne de başka bir şey arayıp aramadığı sorulsa cevap veremezdi. Bir şey aradığına emindi sadece. Kabuk bağlamış bir zaman vardı ortada ve o kabuğun tatlı tatlı sökülmesi gerekiyordu. Altında ne çıkacağı önemli değildi o tatlı kaşıntı daha öndeydi.

Karşısındaki susunca oluşan boşlukta önce menü kartına sonra da etrafına bakabildi. 

İlk baktığı yerde bir garson vardı. Garsonların giydiği krem rengi önlüklerden hoşlanmadığına karar verdi. Mavi olmalarını istedi. İsteği daha çok üç dilek hakkından biri gibiydi.

O, bütün bu kararları alırken karşısındaki konuşmaya yeniden başladı. Son sevgilisinden ayrıldığı kısımdaydı.

Önceki konu gibi bunun da büyük kısmını kaçırmıştı ama konu başlıklarını biliyordu. Hâlâ parmaklarını vurmaya devam ederken konunun ölülerden sevgiliye nasıl geldiğini çözmeye de çalışınca kafasıyla oluşturmaya çalıştığı ritim tamamen bozuldu. Garsonun biri buzlu bir içeceği salladı. Parlak gümüş rengine çarpan ışık o salladıkça tavanda titreşiyordu. O parlaklığa baktı. Kafasını indirince düz sarı saçları olan orta yaşlı güzel bir kadınla beyaz kahve bardağını iki eliyle dudağına götürürken göz göze geldi. Ne zaman bir eski bir gramofon görse kapıldığı duyguya kapıldı: onun sevdiği bilindiği için birileri tarafından oraya konmuş gibi hissetti. O fikriyle kalp atışı hızlandı. Gümüş tepside sunulan güzellikle yeni durdurduğu parmaklarını nereye koyacağını şaşırdı. Aldırmaz görünmeye çalışıyordu ama sıcak bir duygu onu garip ve hoş bir biçimde ona sormadan sardı. Masanın üzerinde fazlalıkmış gibi gelince kucağına koydu ama bu sefer de kendisini cezalı bir çocuk gibi hissedip masaya tekrar koydu. Birkaç saniye bekledikten sonra göz ucuyla baktığı kadının dudağının sol tarafındaki beni kadının güzelliğini katlayınca, utanarak gözünü masaya çevirdi. Kollarını koyduğu kısma baktığında gözleri parladı.

Aradığı şeyi bulmuştu.

Boşluk.

Görebileceğinden başka bir şey yakalamaya çalıştığı, olmaması gereken bir boşluktu bu.

Görülmesi gereken şeyin bu olmadığı besbelliydi.

Boşluk olmaması gereken bir şeydi.

Koyu kahverengi masanın kendisine ait kısmında ellerinin arasındaki iki karış boşlukta olması gereken şeyi düşünmeye başladı. “Ne söylemiştim acaba?” diye içinden mırıldanan sesi durdurmak istese de içinde aniden beliren o soruyu durduramadı. Sol çapraz masada sertçe konan bir bardak sesiyle birlikte soru etrafa saçıldı, mekânın duvarlarını sardı. Sorusu artık duvarlardan yankılanarak geliyordu. “Susun” dedi içindekilere, ”Basit bir soru ve cevap arıyorum, bırakın artık.” diye de ekledi. Duyduğu hafif heyecanla alay etmek istiyordu ama içini, masadakinden daha geniş, hoş olmayan farklı bir yokluk kaplamıştı. İki karışlık boşluğa ne sığar ki zaten diyordu ama ikna olamıyordu. Yeniliyordu, ve belki etraftakiler bile bunu görüyorlardı, kim bilir!

Etrafına bakmadı. Sadece boşluğa bakmaya devam etti.

Bulanık bir şeye bakıyordu ve karşıdaki her ne ise kelimeleriyle bu bulanıklığı yıkmaya çalışıyordu. Kelimeler bulanıklığı yenince gözünün önüne duvardaki saat geldi. En az yüz yıllık diye düşündü saat için. İki metreye yakın boyunun yarısı sarkaca aitti. Kahverengi ahşabın bir sağına bir soluna kusursuz sallanıyordu.

Şimdi de saatten gözünü alamıyordu. Dakika başında çok dikkatli dinlenildiğinde duyulan “trak” sesi çıkarıyordu. Saatin ibresi de o sesle hemen küçük sıçrayışını yapıyordu. Her “trak” zamanın küçücük bir bölümünün bir daha dönmemek üzere gitmesiydi. Bunu düşününce boşluğa düştü yine.

Bir kelimeyle sonra da o kelimenin zihninde oluşturduğu nesneyle, masadaki ve sonra da içindeki boşluk sırasıyla dolmalıydı. Bunun için destek hafızasından gelmeliydi ama olmuyordu. O arayışının içinde kayboluyordu bu sayede. Boşluğu ve o boşluğu doldurması gereken şeyi çağrıştıran bir şey gerekiyordu hafıza için. Etraftaki her nesneyi hafızasına küçük bir bakışı engelleyen tehditkâr şekiller olarak görüyordu. Kızın yüzünü ve sesini bile.

Kızın mırıltıları ara sıra anlamlı cümlelere dönüşüp sonra tekrar bozuluyordu. Sarı saçları ve ince parmakları ne söylerse söylesin dikkat çekse de o sırada onları bile bulanıklaştıran bir şey vardı, daha doğrusu yoktu.

Boşluğa doğru sabitlediği gözlerinin önünden, orayı doldurmak için olsa gerek, usulca park eden arabalar, kentteki köprünün yankısı, parktaki yaprakları kımıltısı, çöp kenarlarındaki köpekler de dâhil pek çok şey geçti. Çabalarına rağmen boşluk dolmadı. Boşluğu tanımlamak için dışarıdan görünebilen kararlı bir çabası vardı oysa.

Boşluğa, umurunda olmadığına dair bir mesaj vermek için başını çevirip pencereye bakmak istedi. Pencere kenarında oturup dışarıdaki insanlar izlemeyi seviyordu ama kafa sallama meselesi yüzünden fırsat bulamadı.

Kız konuşmaya devam ettiği için kıza dönmek zorunda kalmasa bir daha masaya bakmazdı. Kızın cümleleri arasındaki esler sırasında pencereden görebildikleri de, kafasında dönemeyen düşüncelerden dolayı silik haldeydi. Ne geçenlere bakabiliyor, ne kızın anlattıklarını dinleyebiliyor ne de boşluğa bir şey koyabiliyordu.

Pencereden geçen ilginç birilerinin olmasını isterken, kız altıncı konuya geçmişti artık. İki çocuk kıkırtısı ve bir anne sesi duyuldu bu geçişte. Baktığı noktada binalarla gökyüzü arasında şehri kaplayan zardan bir toz vardı. onunsa geri çevrilmekten bembeyaz kesilmiş hevesleri.

Onu ve o hevesleri saran saatteki tik tak ve trak sesi, bardakların için gezen kaşık sesleri, seslerin birbirine karıştığı uğultu ve o zar vardı. Hepsi birbirine benziyordu. Benzemiyordu ama benzeşiyordu. Biraz daha onu saran bu şeylerin etkisinde kalsa her şey birbirinin aynı birer şey gibi gelecekti.

Onlara benzemeyen tek şey vardı: Boşluk.

Yüzünün ifadesini bile kaplayan boşluk fikri, onu mevcut olmayan birine dönüştürüyordu sanki.

Boşluk, taş gibi kaskatı kötücül düşünceleri üstünde dinlenen bütün kızgınlıklarını uyandıracak gibiydi.

Kız, anlatmaya devam ederken bu durumu görmüyor, altın saçlarını kulağının arkasına doğru atıp duruyordu. Birkaç cümlede bir saçları oradan kurtulmasına rağmen kız inatla aynı döngüye devam ediyordu. Kızın saçlarını kulağının arkasına attığı her seferin bir paragrafı başlattığını düşündü ve bu benzetmesinden dolayı gülümsedi. Kız, anlattığı kısımlardan dolayı olduğunu düşünerek gülümsemesine karşılık verdi. Durmadı ama. Kızın son anlattığı kısım araç vergileriyle alakalıydı. ”Zafer Anıtı” demişti en son, ne zaman vergiye geldi diye mırıldandı. Mırıltı sonunda kendi iradesi dışında ağzından çıktığına inandığı “Yüzde on yedi” dışında bir cümlesi olmadı. Konuyu takip eden bir yer var beynimde demek ki, diye düşündü.

Cevap sonrası kız kolasına yöneldi.

Devam etmeyeceği anlamına geliyordu bu.

Adam o boşluktan faydalanıp çok derin bir nefes alıp verince, içinde bir ses kayboldu sanki. Büyük bir senfonide uyumsuz bir sesin kaybolduğuna inandı kısa bir süre, sessizlik fazla gelince bu sefer de o senfoninin tümünün, aslında, o ses etrafında döndüğüne dair düşüncesi ortaya çıktı. Sonuç olarak, “Boşluktaki cevap o seste saklı,” diye aptalca bir fikre sarıldı.

Kaybolan sesin sürekli çalışan kahve makinesi olduğunu anlasa büyük bir hayâl kırıklığı yaşayabilirdi.

Kulağındaki, çınlamayla kâğıt hışırtısı karışımı sesin de kayboluşundan sonra yalnız olduğunu anladı. Kız, öğlen pek bir şey yemiyordu. Düzeltmesi gereken yüzde on yedilik bir hata vardı. Son cümlelerini daha hızlı püskürtüp çıkmıştı. O kadar çok şey anlatmıştı ki yapacağı işleri söylemeyi yine unutmuştu. İşyerine gidince de söylemeyi unutuyor sonra da kendine iki kat kızıyordu her seferinde.

Kıza söyleyememe sebebi cümlelerinin hızı değildi. Durduğu zamanlarda söyleyebilirdi aslında ama o anlar bir boşlukla dolmuştu. Unutacağı şey için kendine kızmaya orada başladı. “Unutacağım.” dedi kendi kendine.

Masaya bakıp garsona söylediği kelimeyi bir ihtimal o boşluğu doldurabilir diye bir daha aradı. Yabancı bir şey ile karşı karşıya bulunuyordu; böyle bir şey yok, dese kurtulabileceği bir şeyle ama inat ediyordu.

Bir şey ortadan kaybolmuştu ya da olması gerekiyordu orada. Bu durum onu rahatsız ediyordu. Rahatsızlığın kaynağı bulunmalıydı. Bulunacak tek yerse ona göre o boşluktu. Öyle olmalıydı. Orada gizli bir soru vardı ve bu soru nesne olarak onu alıyor, içinde giderilemez ve acıtan bir merakı büyütüyordu. Kendi güçsüzlüğünün çekimine iyice kapılınca alnını masanın ucuna dayayıp dizlerini izlemeye başladı.

Kadın tuvaletten döndüğünde otururken çıkardığı sandalye sesiyle anca kaldırabildi kafasını.

Kız lastik tokayla saçını topladıktan sonra gitmişti.

Masanın üstündeki o noktaya bakmaya devam ederek “Nerede kaldın?” dedi kadına. Kadın, tek kelime edip gidince kızla baş başa kalmıştı. Kelimeyi de hatırlayamıyordu zaten. Boşluk hiçbir şeye izin vermiyordu. Ondandı. Başka bir şey olamazdı.

İçindeki o sessizlik ve gürültülü yalnızlık ilk defa dışarıdaki bir şeye yeniliyordu. Buna alışkın değildi. Dışarıdan gelen her türlü iyi ya da kötü şeyi içindeki yalnızlığa hapsedebiliyordu ama bu sefer durum farklıydı.

Boşluk vardı.

Giderek genişleyip başka yerlere taşınmasını sağlayacak sonra da ona hatırlamak istediğini sunabilecek o noktadan o yüzden gözünü alamıyordu. Hatırlamak için o noktayı seçmişti, geri adım da atmıyordu. Kadının bile oraya bakması gerektiğine inanıyordu. Kadınsa “Nerede kaldın?” sorusuna şaşırmakla meşguldü. Kadın, bu soru sonrası kalkıp gitmeyi düşündü ama yapmadı.

Adam düşüncesizliğinin farkında değildi. Farkında olmak istediği başka bir şey vardı.

Gözü bir yerdeydi.

Niye orası ve niye şimdi bilmiyordu, tek bildiği noktanın doğru olduğuydu. Hayat, ötekilerin bize yakın bir şey olduğuna, önünde sonunda bizim gibi hissetmek zorunda olduğuna inandırır bizi. Öyle olmasa Kadının o boşluğa bakması gerektiğini hissetmezdi. Kadın da fark edecekti boşluğu. Bakmıyordu ama bakacaktı. Bir dahaki sefere belki.

Kadın bakmayınca gözünü hafifçe kıstı.

İnatla garsona ne söylediğini hatırlamaya çalışıyordu, boşluğu o kelime dolduracaktı belki ama boşluk niye ısrar ettiği konusunda zerre kadar fikri yoktu. Sorudan uzaklaşmak için pencereden dışarı baktı. Binaların üzerinden görünen gökyüzünün maviliğine ve yarı görünür o puslu zara baktı. O mavilik sonrası pencere önünden geçen aile tepeden tırnağa mavi kıyafetleriyle onu şaşırttı. Mavilerin yakınlığı neredeyse gülümsetecekti onu. Kafasını içeri çevirince, mavi içeri bulaşmış gibi hissetti çünkü içerideki neredeyse herkeste, yüzlerinde bile, hafif bir mavilik vardı. İki dakika önce çalışanlardan birinin uzattığı kafenin mavi tentesine vuran güneş içeriyi mavimtırak yapmıştı o kadar. Güneşin önünden arada bir geçen bulutlar da içeriyi dalgalı, tatlı bir renge bulamaya çalışıyordu. Güneş varken baskın renk mavi, diğerlerine pek izin vermiyordu. Bir virüs gibi her rengi kendine benzetiyordu yavaş yavaş. Kapının girişinde yukarıda duran televizyonda mavilik yoktu sadece. Görüntü devamlı değiştiği için mavi hükümdarlık kuramıyordu. Futbol maçıydı. Sesi kapalıydı. Hoparlörlerden gelen müzik sesinin seviyesi makuldü ve oturanlara hep aynı parça çalıyormuş gibi gelen romantik parçalar çalıyordu. Çalan parça da, tam o mavilikleri fark ettiği sırada, değişince gözleri parladı hemen. Parlaklık çabuk kayboldu. Televizyona bir daha baktı. Acaba hakem gecikmeleri mi oynatıyordu? Köşede 90 dakikanın dolduğu belliydi. Oyunda kaybedilen zaman bu kadar çok muydu? Kanalın amblemi 90 olabilir mi diye son defa baktı.

Maç ve kanal dâhil kafasında yersiz beslediği soruları düşünürken bir yorgunluk çöktü sebepsiz yere; boşluğa uzun uzun bakışın getirdiği bir yorgunluktu bu ve çarpıntıyı da beraberinde getirdi. Saatlerce yürümüş ve o sandalyeye oturmuştu sanki. Topukları da çekiçle vurulmuş gibi ağrıyordu. Çarpıntıysa yorgunluktan dolayı değildi. Belli bir düzeni yoktu. O düzensizlik içinde de bir düzen aradı ama Pi sayısının sonsuza uzanan rakamlarında bile bir düzen olmadığını düşününce düzen aramayı bıraktı. Sonsuzun korkunç bir şey olduğunu da ekledi. Bu fikrin içine doldurduğu hoşlukla çarpıntı azaldı ve bir kelime için boşluk doğdu. Tatlı bir samimiyetle yaklaşabildiği sessiz, kapalı ve ıssız bir bilinç vardı; onu reddetmedi ve kelimeyi avucuna bıraktı.

“Kahve!” dedi.

 “Kahve’dir o kelime. Başka ne olabilir ki?” sonraki kelimeler olduysa da kesin cevaba, ona göre, çok uzaktı. Eksik şeyi bulmak için o kahverengi boşluğa baktığı süre boyunca ‘Finans’ ‘Zorluk’ ve “Sigorta” gibi kelimeler karşı taraftan kulağına gelmeye devam etti ama o parça parça kelimelerden bir cümle oluşmadı bir türlü.

Kadına bir şeyler söylemek isterken sözüne bir türlü başlayamıyordu kafasının içinde bile yarım kalıyordu, çünkü söylemeye niyetlendiğinin, bilinen bir şey olduğu yargısına varmış oluyordu.

Kadınsa bir şey söyleyeceğini zannettiği için duruyor sonra kaldığı yerden devam ediyordu onu bozmadan. O da o yarım cümleleri içinde, kafa sallamayla yetiniyordu yine. Kadının gözlerindeki buğuyu görmüyordu. Sadece kafa sallıyordu.

Beyninin bir kısmı kafasını sallamaktan sorumluydu ve o kısım görevini tam yapıyor gibi görünüyordu çünkü ne kız ne de Kadın onu dinlemediğine dair uyarmamıştı. Kız gibi sinir bozucu değildi anlattıkları ama boşluğu düşündüğünden anlattıklarının tamamını anlayamıyordu. Kadının sesi vardı orada. Yatıştırıcıydı yine ama bu sefer her türlü sorunun üzerinde olma ayrıcalığı yok gibiydi.

 Kadının ne kadar güzel olduğuna milyonuncu kez karar verdiği sırada “Ya çay söylediysem?” sorusu ziyaretine geldiğinde sol şakağında bir ağırlık hissetti. Sorunu çözeceğine inandığı o kafasında oluşturmaya çalıştığı mavimtırak resim sallanmaya başladı, kenarlardan taşınca toparlayamadı. Garip bir biçimde, kafasında bir şey tasarlama yeteneğinin yok olduğunu hissetti. Etrafındaki nesneleri, bir sürü adla birleştirerek aklına getirmeye çalıştığı halde, gözünün önünde canlandıramıyordu.

Etraftaki mavi akan her şey suç için dekordu onun için.

Suçluyu biliyordu. Onun içinde arıyordu hâlâ.

Boşluk, cevap olamazdı. Ortaya çıksın istiyordu. Cesaretle.

“Gururlu bir biçimi yok hiçbir şeyin.” dedi ama orada olmayan bir şeyle konuştuğunu anlayınca kendine güldü. Kadın söylemişti ona. Şarap içerlerken. Bir de kedi vardı etraflarında o sırada.

Kafasını bulandırdığını açıkça gördüğü bu yersiz çabasına devam edişine kendisi de anlam veremiyordu. Kendini azarlamaya çalışınca Yersiz kelimesi mavilik dâhil bütün her şeyi kapladı. Hemen ardından Yersiz kelimesinin ne kadar hüzünlü bir kelime olduğuna karar verince donuk bakışıyla öylece kaldı. Boynu büküktü. Kafasının sol tarafına metal bir plaka takılmış üstüne de ağırlıklar yapıştırılmış haliyle boynunun sağ tarafıyla bir olup kafasını dengede tutmaya çalıştı. Kulakları denge bulmaya çalışırken kıpkırmızı oldu. Dengede durunca bunu büyük bir başarı saydı ardından dengesi için içinden bir benzetme bulmaya çalıştı. Adamın adı aklına gelmese de “İkiz Kulelerden karşıdan karşıya ip üzerinde geçenin becerisine sahibim” diye düşündü. Fransız olduğu kesindi. Yeterli gelmedi.

 Gerçek, kelimelere yüklenince bir çatırdama olması kaçınılmazdır. O çatırtıyı arzuluyordu. Sükûnete ulaşmak içinse hırçın ve sıkıntılı, gerçek bir karmaşanın içinden geçmeye ihtiyaç duyuyordu. İçindeki gürültünün sebebi Gerçek’in yolundan mı Sükûnet’in yolundan mı belirsizdi.

Yolu karmaşadan ibaret, daha çok rüya niteliği taşıyan bir boşlukla başa çıkması çok zordu, bunun da farkında değildi.

Elbette o boşlukta da olsa Bir Şey olmuştu orada ya da olacaktı, emindi. Uzlaşmaya varmaya gerek yoktu. Kalp atış hızının dengeleyecek ve boynunu ağırlıktan kurtaracak basit bir şey. “Şey” kelimesi gözünde hiç bu kadar güçlü olmamıştı.

Kadın onun için her şeydi ama o bile o Şey’in üstünde değildi o anda. Korkuyordu. Kadına da söyleyemiyordu. Boşluktan açılacak bir yarıktan ne gelse kabul edebileceğini söylemek istedi ama boşluktan gelebilecek kanlı canlı bir şey olacak oluşu korkutunca sadece sustu. Derin bir nefes aldı sadece.

Masanın ona ait olan kısmındaki o eksik parça tamamlanmadan ne boynu ne de dengede olması gereken diğer şeyler yerli yerine gelemeyecek gibi geliyor, maviler artmaya devam ediyordu.

En dikkat çekici ayak bileğinden dizine kadar olan mavi varisleri daha da koyulaşan üç masa ilerideki yaşlı kadındı. Damarları, gece görünen fosforlu kıyafetler gibi parlıyordu. Bacaklarındaki beyaz renkse buz mavisine dönmüştü tenteden. Mor elbisesi ve üzerindeki çiçekler biraz bakılınca üç boyutlu fotoğraflar gibi hareket ediyor gibi geliyordu. İçerideki mavilikle fazla dikkat çeken varisleri ve elbisesinde titreşen renkler yüzünden bir daha o tarafa bakamadı. Titreşen renklerin asıl sebebi tenteyi hafif hafif sallayan rüzgârdı ve şahit bırakmıyordu.

Gelen her kişi de dışarıda bir kontrolcü varmış gibi içeri giriyordu sanki. Aynı mavi, birilerinin kontrolünde sakin bir akışla içeri doluyordu ya da içeri giren her şeyi maviye boyayan bir şey vardı. Bir şeylerden şüpheleniyordu. Tenteyi görmüyordu bir türlü. Görmesini engelleyecek boşluk, gidip gelen çarpıntılar ve o çarpıntılara kendi koyduğu Kalp Krizi Şüphesi teşhisi vardı.

O boşluğa bakınca aklına bir cümle geldi.

“Hiçbir şekilde gerçekleştirilmesi mümkün olmayacak bir umut yaratma yeteneğine sahip olmak”

Kadın söylemişti. Bir şiirden demişti. Hangisi olduğunu söylememişti. O, yarı kavga kıvamındaki bir konuşmada yapılabilecek saçma şeylerden birini yapıp bir kâğıt kalem almış ve unutmamak için bir yere yazmıştı.

Cümlenin sahibi Kadına baktı.

Kısa süre sonra kalkacaklardı ve bulamamıştı cevabı. Kadına sormak istedi bir an ama vazgeçti, kendi bulmalıydı. Kadına sorması durumunda Kadının da soruları olacaktı. Bunu istemiyordu. Ona soru için bakarken Kadının sigara içtiğini hatırladı. İşyerine dönerken yolda içme ihtimali çok az da olsa vardı ayrıca beraber yürürken daha ağır yürüdüklerini bildiği için beş dakika erken kalkmaları gerekecekti. Gidene kadar Boşluk dolacak gibi görünmüyordu.

İçeriden kaçmayı ilk orada düşündü.

Yapamadı tabi.

Boşluğa ait şey bulunmalıydı.

Tıpkı bir geminin iskelesinden bakıp gözün önünden geçen karadakilere şöyle bir göz atılması gibi net göremeyeceğini bile bile yakın zamanını karıştırıp durdu. Sabah kalkmıştı, işe gitmiş sonra da öğle arası için buraya gelmiş ve kızın karşısına oturmuştu. Belirgin bir şey yoktu. Geçmişi gibi çoğu boşluktu.

Zaman bozulmuş, boşluk da yeniden sorgulanan tüm geçmişi de o boşluğa dâhil olmuştu. Etrafındakileri ve kendi kendini yutan boşluk fikri kafasındaydı. Yok olmak için mi, var olmak için mi o boşlukta kaybolmuştu kaybolanlar? Belli değildi.

Hatırlayacağına inanıyordu. “Ha, bu muymuş!” diyeceği bir gelecek hayali bile vardı.

Bir şey söyleyip söylemediğini hatırlamadığı için geçmişinden mi gelecekten mi bir şey istediğine karar veremiyordu. O kararsızlıkta bir şey tutmak ister gibi arandı. Daha öte gitmedi.

Gitti gidecek bir sakinlik içinde “Yeşil çay da olabilir.” dedi içinden.

Tespiti iyi gelmedi ama.

Kaburgalarının tam ortasına biri parmağını batırıyormuş gibi hissetmeye başladı. Acımaya başlatınca nefesini tuttu. Ağrı azalmaya başlayınca bu sefer de içindeki çalkantı hızlandı.

Beyninin bir kısmı kafasını dik tutmak için omurilik soğanıyla mesaj alış verişine devam ediyor, ikinci denge bölgesi olan kulağı duyduklarını bir süzgeçten geçirip beynine yolluyordu; üçüncü bir bölge mavileri tespit etmekle; dördüncü bölgeyse kalp değil de bir panik atak krizinin ortasında olduğuna kendisini ikna etmeye çalışmakla meşguldü.

Her şey için ayrı ayrı hissetmeye kalkmak onu çok yoruyordu.

Korkudan, mutluluğa, endişeden nefrete bütün her şeyiyle bir suni sancı üretip kelimeye kavuşmak istese de olmuyordu bir türlü.

Kendisini anlamlı kılabilecek tek tutkuyu kaybetmiş gibi hissetmese bırakabilirdi aramayı, yapamıyordu.

Zihni yoruldukça kalbi öyle hızlı atıyordu ki bir türlü dizginleyemiyordu. Hafızanın seçtiği şeylerin keyfiliği altında eziliyordu ağır ağır.

Sanki her şey yıkılmıştı, ama aynı zamanda her şey yeniden başlıyordu. Kendi üstüne katlanıp duruyordu. Katların üzerini tek tek aşınca doygun renklere sahip hislerini soluklaştıra soluklaştıra tekrar başa dönüyordu.

Kum saati dönüp duruyor en baştan tekrar başlıyordu içindekiler.

Ya tek bir kum saati yoksa? Büyük soru buydu. İçinde olduğu durumun özetiydi.

Tekrar eden birden çok zaman varsa?

Bir Kadına bir de boşluğa baktı bir daha.

Bu boşluk dışındaki boşluklara hazır olmadığına emindi.

Pencereden baktı. Bu sefer kişileri ya da trafiği değil bütüne bakmaya çalıştı. Şehirden öteye gidemedi. Dünya’da başka bir şehir düşünemiyordu. Sadece tek bir şehir vardı.

İçindeki kum saatlerini taşıyan bir şehir fikrine gülümsedi. Kendi şehrine sarıldı.

Herkes gibi, kum saatleri, geçmişinde- genelde kötü- hatırladıklarını tekrar tekrar oynatıyordu. Adam kimin tarafından seçildiği bile belli olmayan devamlı tekrara meyilli anılarından sıyrılabildi neyse ki.

Saate baktı.

Daha vakit vardı.

“Kahve” diye bağırdı içinden ama etraftakilerin bakışları ona doğru dönünce sadece içinden söylemediğini anlayınca her zamanki o ne yapacağını bilmez küçük kız çocuğu bakışını yüzüne yapıştırdı. Bilinçli olmayan ama artık bir bukalemun gibi hızlı bir şekilde yapabildiğini bildiği bir bakıştı bu ve üzerine hiç çalışmadan yüksek notla mezun olduğu bir bölümdü.

Arka masadakiler toplu bir kahkaha attığından bakışlar bu sefer onlara kaydı. Sebebi o olsa da o kahkahalarla utancı da dağılmış oldu.

Garsonun birinin ona doğru geldiğini görünce nefesini tuttu.

Garson aniden önünde tepsideki siparişleri dökebilecek kadar sendeleyince korktu. Saçma “Kahve” çıkışını unuttu bu sayede.

Köri soslu tavuk ve şişe kola masasına kondu.

Hem de boşluğa.

Reddetmek için ayağa kalkmayı düşündü. Boşluk saldırıya uğramıştı. Olmaması gereken bir şeyle dolmuştu. Bir boşluk, onu yaratanın kalp atışlarında kaldı yine. Nefessiz kaldı.

İçinden bir ses çıktı.       

Uyanıklıkta rüya isteğiyle çınlayan tiz bir çığlıktı bu. 

En sabit fikirlerini bulup dağıtan bir çığlık. Denizin mavisini ya da bir kiraz çiçeğinin güzelliğinin kesinliğini bile.

En son ne zaman bir şeye katlanamaz hale geldiğini hatırlamaya çalıştı. O katlanılmazlığın ne kadar süre devam ettiğini ve devam ettiği süre boyunca ne yapmış olduğunu. Eli burada da boş kaldı.

Şoku atlattığında Kadın karşısında yoktu.

Niye gitmişti ki şimdi? Daha yeni gelmişti.

 “Kahve!” dediği sırada mı gitmişti acaba?

Onun tarafına soslu biftek geldi. Az pişmiş olduğunu biliyordu. Kızarmış patateslerin sarısının bir kısmının açık yeşile çaldığını görünce gülümsedi.

Kadınla çorbalar aynı anda geldi. Biraz daha ağlamıştı Kadın.

Masada bir tabağa daha yer yoktu.

Çorbayı hızlı hızlı karıştırıp bir anda ters yönde müdahale etti ama eski karışıklığın hızı aynen devam ediyordu. Kaşığı içinde bıraktı. Bir ürünün reklamını yapar tonda “Domates çorbası” dedi. Kelimelerin çıkış sebebini çözemediğinden biran duraksadı ama çabuk toparladı. Kadın gözlerini kısıp anlamsız konuştuğunu ona ima etmeye fırsat bulamadan, bir müşterinin sigorta poliçesindeki bir ayrıntıyı hatırlattı ona, sigortaya dâhil olamayacak ayrıntıyı verdi. Kıza söyleyeceklerini unuttu yine. Kadına söyleseydi iyiydi.

Kadın çok hızlı şekilde çantasından bir not defteri çıkarıp hatırlatmaları yazdı. Defteri yerine koyar koymaz bir parça ekmek koparıp sosa batırdı. Çok az üfleyip ağzına attı.

Adamın kafası boşluktaydı. Boşluk dolmuştu ama olması gereken şeyle değildi, emindi. Bu durum içini daha fazla sıkıntıyla dolduruyordu. İçinde ıslanıp yumuşamış fikirleri dağılıyordu birer birer.

Boşluğun olduğu yerde olması gereken şeyi kafasında ölçmeye çalıştıysa da kesin bir sonuca ulaşamadı.

Saatinin sıktığını fark edip onu çıkararak rahatlamaya çalıştı. Kordonu bir türlü açamadı başta, kollarını masanın altına alıp kordonu çekiştirmeye başladı. Zor da olsa çıkarır çıkarmaz tabağın yanına koydu. Nefes nefese kalışından utandı, Kadının yüzüne bakmadı o ara.

Kadın sessizce uzanıp saati kordonundan tutup çantasına koydu.

Adam kendi derdindeydi hâlâ. Yatışmak için boşluğa konulanlardan birini seçti. Buharları ince hatlı iplikler şeklinde olan çorba için kaşığına uzanırken dirseğiyle bıçağını yere düşürdü. Herkesin aynı anda susmasını bekledi. Olması gereken şey böyle bir şey olmalıydı. Ayıplayıcı bakışlar gelmeliydi.

 Bilmediği huzurlu bir şeyi kuşatan duvarlar yıkılıyormuş da savunmasız kalıyormuş gibi hissediyordu. Hissettiği şeylerle bıçağa bakışının yersizliğinin farkında değildi.

Utancını savuşturunca bu sefer kollarını kavuşturup şımarık bir çocuk gibi garsonun seslenmeden gelip bıçağı almasını ve yeni bir bıçak getirmesini bekledi. Tavuk parçalarını çatalla yiyebileceğini ve bıçağa ihtiyacı olmadığını biliyordu ama yine de istiyordu.

Kadın kendi bıçağını uzattı. İçindeki bütün her şeyi doğru rafına dizen bu hareket sonrası Kadına hayranlıkla bakarak bıçağı aldı. Kalkarken basarsa yere sürtünme sesinden dolayı rahatsız olacağını bildiği halde bıçağı aramadı bile. Her şeyin çabucak düzelmesi hoşuna gitti.

İlk lokmasıyla bakışlarını dışarı çevirdi. Bakışlarını karşı kaldırıma doğru yönlendirdi aniden. Neredeyse kaldırımla aynı renkte elbise giydiği için görünmeyen bir kadın ve yanında mavi elbiseli kızı vardı. Kadının karnı şişti. Yedi sekiz aylık, diye düşündü. Kafeye geleceklerine emindi. Başka bir yere gidiyor olamazlardı. Kırmızı ışık yanmasına rağmen karşıya geçtiler. Yol boştu.

Kafeye geleceklerine emindi. Başka bir yere gidiyor olamazlardı. Eğer içeri girmezlerse Kadına hiçbir şey söylemeden doğrudan işyerine gideceğine dair kendi kendisiyle iddialaştı. Kafasında bir ölçüm yaptı. Kafeye girecekleri sürenin otuz saniye olacağına karar verince Kadına dönüp saçma iddiasının yarattığı saçma bir gururla kolasını yavaş yavaş içti. Yakıcılığı etrafındakiler de hissetmiş gibi bir ani sessizlik oldu. Sessizliğin hüküm sürdüğü o sürenin sonunda kaldırım renkli kadın içeri girdi. Kızı da.

Büyük bir başarıyı kutlarmış gibi şişe kolayı masaya bıraktığında çıkan sesi içerideki herkes duydu.

İddiayı kazanmıştı. Oturuşunu düzeltti. Kazandığı iddianın şerefine bitirmek için kolasını kafasına bir daha dikti. Boğazı fazla yanınca yaptığı bu seri garipliklere anca gülümseyebildi. Gözleri doldu ama akmadı bir şey. Az kısmı kalan şişeyi masaya koyacağı yere bir peçete yerleştirip öyle koydu.

Cebindeki çakmağı çıkarıp oynamaya başladı. Kadın için taşıyordu yanında. Yolda biri istese dahi vermiyordu. Kullanmıyorum demek de hoşuna gidiyordu. İki üç defa masaya hafifçe vurup Kadının gördüğüne emin olduktan sonra eski yerine koydu. Boşluğu hatırlatabilecek ipucu için hafiften sola dönüp içeriye göz gezdirdi.

İçerideki kahverengi hâkimiyetini kıran mavilere bir daha baktı. On bir masaya üşenmeden tek tek döndü. En sonunda da kendi masasına. Kadının boyunbağı o zaman dikkatini çekti. Güzel bir şey söylemek gerekiyordu, başaramayınca mavi balinaların kalplerinin ağırlığının beş yüz kilo olması gibi ilginç bir bilgi vermek istedi. Ne söylerse söylesin onu şaşırtamayacağına karar verince sustu. Onu şaşırtmayı en son ne zaman başardığı da görünürde yoktu.

Yemeğine döndü.

İşe gidilecekti. Az zaman kalmıştı.

Son lokmasından sonra esnedi. Sakince ayağa kalkıp ceplerini kontrol etti. Bulamayınca ceketinin ceplerini kontrol etmek için yerinden kalktı. “Anahtarlarım cebimde mi?” sorusu başına bir dövme iğnesi hızında birkaç saniye bile geçmeden dört yüz darbe birden indirdi. Kalbi zincirlerden kurtuldu ve dörtnala koşturmaya başladı.

Cebinde bir bilet ve kadından aldığı bir avuç büyüklüğünde bir kâğıt vardı, anahtar yoktu. Kadının o kâğıdı ne zaman verdiğini anımsayamadı. Tavus kuşu bir kolye vardı kâğıtla birlikte uğrayan. Aynı zamana ait oldukları yine belli değildi. Israrcıydı. Bir tül perdenin arkasında kendisinden ısrarla uzak duran belirsizliklere dalıp dalmanın karar aşamasında olduğuna karar verdi.

Kendisini, içindeki keşmekeşin akışına bırakacaktı ya da tamamen uzaklaşacaktı. Karar verilmeliydi. Yardımcı olabilirmiş gibi yumruklarını sıktı.

Sabah, kadın karnını tutup “Bu boşluk dolacak” demişti. Bir an hatırlayacakmış gibi oldu. Olmadı.

Masaya para bırakıp kapıya yöneldi. Kapı kolunu tutarken avuç içleri nemliydi.