Kitabı bitirdiğimde; son yüzyıl boyunca birlikte yaşayamayacakları defalarca acı bir biçimde deneyimlenmiş olan bir halkı, Sırp bir yazar olan İvo Andriç’in, döneminin milliyetçi hareketlerinde yer alması ve siyasi konumuna rağmen nasıl bu kadar tarafsız yazabildiğine hayret ettim. Ayrıca 1945 yılında yayımlanıp 1961 yılında sahibine Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran bu romanın oldukça etkileyici olmasını sağlayan etkenlerden birisinin de bu tarafsız anlatım olduğunu söylemek gerekir.  

Višegrad, Drina ile Rzav ırmakları arasında kalan şirin bir Bosna kasabasıdır. Drina üzerinde doğu ile batıyı birbirine bağlayan köprü, köprüyü 1577’de yaptıran Sokollu Mehmed Paşa’nın adıyla anılır. Köprünün yapılmasıyla ilgili kitapta geçen rivayet odur ki, Osmanlı’nın görevlendirdiği bir yeniçeri ağası askerleriyle birlikte, Višegrad’ın civar köylerinden Hıristiyan çocuklarının akıllı ve gürbüz olanlarını seçip toplar. Çocukları ellerinden alınan analar, İstanbul’a gitmekte olan bu çocuk kafilesinin peşinde ağlayarak evlatlarına seslenirler; adeta benliklerini ve ailelerini unutmamaları için haykırırlar. Drina Irmağı’nın kıyısına gelindiğinde asıl ayrılık başlar. Çünkü kafile, ırmağı geçerken onlar kıyıda kalır. Onlar için karşıya geçmenin bir yolu yoktur. Kafilede ise tüm diğer çocuklarla birlikte Sokoloviç köyünden gelen bir çocuk, bu anın acısını derinden yaşamıştır. Bu çocuk, Osmanlı’nın devlet kademelerinde ilerleyecek ve vezir-i âzam Sokollu Mehmet Paşa olacaktır. Mehmet Paşa bu köprüyü; içindeki sızıyı dindirmek, anaların evlatlarını, meskûnların yolcuları uğurlamalarını kolaylaştırmak için yapmıştır belki, kim bilir… Ancak şu kadarını biliyoruz ki doğu ile batıyı birbirine bağlayan bu eşsiz eser, yüzyıllarca insanların hayatını kolaylaştırmış bir medeniyet unsuru olarak bugün hala ayaktadır. 

Ivo Andriç romanında olayları; köprüyü ve kasabayı merkeze alarak anlatır. Öyle ki, bir olay kasaba halkını ve köprüyü ilgilendirdiği ölçüde vardır ve dikkate değerdir. Romanın konusu, iyisiyle kötüsüyle, efsaneleriyle yöre ve yöre insanıdır. Yazar, adeta bir Osmanlı kasabası resmi çizmiştir. Bugün farklı dinlerden, farklı ırklardan insanların bir arada huzurlu bir şekilde yaşaması; hele ki bahsettiğimiz bölgede zihnimizde canlandıramadığımız bir durumdur. 

Osmanlı; gayrimüslimlere can, mal ve din, vicdan hürriyeti vermiş ve yaşayışlarına fazla karışmamıştı. Onlar da fazlasını beklemiyorlardı. Devlet elbette vergisini topluyor, iktidarını tesis etmeye ve güvenliği sağlamaya çalışıyordu ancak devletin yereldeki eli fazla kuvvetli değildi. Din ayrımı belirgindi ve insanlar kendi dinlerini temsil eden papazların, hahamların, hocaların çatısı altında toplanır onlara fikir danışırdı. Kitaptaki Molla İbrahim ve Rahip Nikola karakterleri kasabadaki Hıristiyan ve Müslümanların ileri geleni konumundaydılar. (İkisinin aralarındaki ilişki öyle samimi ve sıkı fıkıymış ki halk birbiriyle böyle samimi olan birileri gördüğünde “Papaz ile hoca gibi sevişiyorlar.” dermiş.) Avusturyalıların Višegrad’ı işgal ettiği sırada Rahip Nikola’nın Molla İbrahim’e: “Orada nefes alan, sürünen, insan sesiyle konuşan ne kadar yaratık varsa biz, sen ve ben onlardan sorumluyuz.” demesi de din adamlarının o toplumdaki yerini gösterir. Ancak bu her zaman böyle olmamıştır. Dinin ve din adamlarının etkisi gittikçe azalmıştır. Din ayrımı, yerini ırk ayrımı ile paylaşmaya başlamıştır. Kitabın başlarında kasaba insanı Hıristiyan, Müslüman diye ayrılırken ilerleyen bölümlerde Sırp, Bosnalı Müslüman, Hırvat, Nemseli (Avusturyalı) tanımlamaları; demografik yapının değişmesinin de etkisiyle sıklıkla kullanılır.  

Bölgede Osmanlı hakimiyetinin sona erip Avusturya egemenliğine girilmesinin ardından adeta kasabanın kapıları modernizme açılmıştır. Farklı milletlerden insanlar, memurlar, teknisyenler, mühendisler bölgeye akın etmiş ve yoğun bir imar faaliyeti başlamıştır. Arazi tetkikleri, yeni yollar, kanallar, hükümet binaları yapılmış; ağaçlar kesilip yenileri dikilmiş, hava gazıyla sokaklar ışıklandırılmıştır. Bu yeni gelenlerin yaptıklarına halk anlam verememiş ve Allah’ın yarattığı yeryüzüne bu kadar müdahale etmeleri, adeta ona hükmetmeye çalışmaları halkı rahatsız etmiştir. 

Yabancılar köprüye de müdahale etmiş ve zayıflayan kemerlerini, sütunlarını onarmışlardır. Herkesin aksine durumdan memnun olmayan Ali Hoca, yabancıların yaptığı bir şeyden hayır gelmeyeceğini düşünür ve “Görürsünüz, bugün yaptıkları gibi yarın yıkarlar.” der. Bu ifade abartılı görünse de Ali Hoca Avusturyalılara güvenmemekte maalesef haklı çıkacaktır. Kasabadaki hızlı gelişmenin sonucu olarak insanlar zenginleşmeye başlar. Ancak kapitalizmin oluşturduğu bu para akışı sonucu ilk yıllar zengin olanlar ilerleyen yıllarda fakirleşir. Kitabın ifadesiyle “Para insanın avucunu boş, namusunu kirli bırakıp gitmiştir.” 

Osmanlı’nın yönetimindeyken insanların basit ticari ilişkileri ve sade bir hayatları vardı. Osmanlı’nın mali durumu ve teknolojik geri kalmışlığının etkisiyle bölgeye yatırım yapılamadığı hatta devletin kendi askerinin dahi yeterli donanıma sahip olmadığı dikkat çekici bir husustur. 

Özellikle Müslüman halkın dış dünyaya ilişkin siyasi tasavvurunu oluşturan, Osmanlıyı da içine alan “Biz” ve diğer tüm gayrimüslim milletleri kapsayan öteki kavramları; işgalden sonra dünyayı pratik olarak anlamakta yetersiz kalmıştır. Zira bu dönemden sonra farklı etnik gruplar bölgeye gelmiş, milliyetçi ve sosyalist hareketler ortaya çıkmış, devletlerin emelleri ve dünyada yaşanan gelişmeler kasaba gündeminde konuşulmaya başlanmıştır. Halk, üniversite okumaları için gönderdikleri çocuklarından yeni kavramlar, dünyayı kavrayışlarına uymayan fikirler duyuyorlardı. Halk; söylenen bu “ideolojik” sözlerden bir şey anlamasa da bugün bizim küreselleşme dediğimiz, toplumların kaderinin uzak yerlerden gelen bir buyruk, yapılan bir pazarlık, bilmem kimin ortaya attığı bir fikrin benimsenmesi sonucu değişebildiğini idrak edebiliyordu. 

Kasabaya demiryolu gelip Drina üzerine bir demiryolu köprüsü yapılınca Sokollu’nun yaptırdığı köprü artık neredeyse işlevsiz olmuş, biricikliğini kaybetmiştir. Tarihi eserler işlevlerini kaybederlerse ancak bir süs, eski medeniyetlere dair bir anıt olurlar. İnsanlar böyle yerleri gezer, fotoğrafını çeker, sağda solda para harcayıp giderler. Artık o eser bir turizm aracıdır. O zamanlar turizm de olmadığı için halkın olağan yaşayışındaki etkisini kaybetmiş, ara sıra üstünden kağnı geçen bir köprü olmuştur. 1914 yılında savaş esnasında Avusturyalılar şehirden ayrılırken köprünün bir kemerini patlatmışlar, sonra yeniden yapılsa da II. Dünya Savaşı sırasında yeniden yıkılmıştır. 1949’da ise tekrar yapılmıştır. Tarihçi Semavi Eyice’ye göre bu köprü, hakkında kaleme alınan bu roman ve Sokollu’nun Boşnak oluşu sayesinde yok olmaktan kurtulmuştur.  

Kitaptaki Osmanlı yöneticisi zalim Abid Ağa karakteri yazar aleyhine bir durum oluştursa da Osmanlı’nın Abid Ağa’nın yaptıklarına göz yummayıp onu Anadolu’ya sürmesi, yazarı benim gözümde nötr konuma getirmiştir. Elbette tarihî bir romanı, tarih öğrenmek amacıyla okumayız fakat burada kendisi bir Sırp olan İvo Andriç’in, tarihe tanıklık eden bu mimari yapıyı romanın merkezine koyarak bölge tarihinin bazı kısımlarına objektif sayılabilecek şekilde ışık tuttuğunu da görüyoruz.



Kaynakça:

Andriç İvo, Drina Köprüsü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000 

https://islamansiklopedisi.org.tr/sokullu-mehmed-pasa 

https://islamansiklopedisi.org.tr/drina-koprusu