Üç Kuruşluk Aziz


Tüm ihtişamıyla seyircisini esir almış bir opera salonunda atmosfere kendini kaptırmış hatta belki de herhangi bir karakterin yerine çoktan geçmiş, sanki her biri ayrı ayrı hipnoz edilmişçesine yerinden uçup gitmiş, sessiz bir salon kalabalığı içindeyiz. Aryalar, müzikler, sahne tasarımı, kostümler... Her biri seyircisini ayrı ayrı etkileyebilecek kadar inceliklerle işlenmiş bir oyunun ilk perdesinin neredeyse yarısındayız. Aniden gür bir ses, salonun sessizliğini yırtarcasına üstelik bağırarak tek kelimelik bir küfür saçıyor salonun orta yerine ''puştlar'' diye. Tabii önce herkes ne olduğunu anlamlandırmaya çalışıyor kısa bir anlığına. Bu gibi durumlarda anlıktır anlamlandırma, tehlike bize yönelik değilse tekrar motive olmamız çok da uzun sürmez hatta belki bazıları o etkileyici, tiyatral sesin oyunun bir parçası olabileceğini de düşünmemiş değildir. Gürleyen sesin yankısı kaybolup sesin merkezi de tespit edilemediğinden olsa gerek kısa bir süre sonra herkes devam ediyor seyrine. Salon görevlisinin sesin geldiğini düşündüğü tarafa yönelmiş olması da bir nebze serinletmiştir çırpınan yürekleri.

 — İyi misin Aziz? Çıkalım istersen.

— Yok Hocam, iyiyim de valla anlamadım, öyle birden içimden çıkıverdi. Anlamadım, kusuruma bakma Hocam.


 

Hoca, Aziz’in dizine usulca elini vurarak sahneye bakmaya devam etti.

 

Seyircinin sahneden kopmasının pek de mümkün olmadığının en iyi örneği bir oyundu Üç Kuruşluk Opera.

Brecht bu oyununda Batı toplumunda yozlaşan ahlaki değerleri ve bunun neticesinde giderek artan bir eşitsizliği, yine bu eşitsizlikten en çok zarar gören kesim olduğunu düşündüğü işçi sınıfına ‘’düşünme fırsatını’’ eğlenceyle harmanlayıp sunmayı hedeflemiştir. Sermayenin henüz küreselleşmeye başladığı, sömürü sisteminin var edicilerinin dünyanın efendisi olma hayalleri ile gruplaşarak sistemi yönetme biçimi belirledikleri o yıllarda toplumcu, yapıcı bir eleştiri sunar seyircisine. Fakat Brecht’in atladığı bir gerçek vardı, o da gerek Batı toplumunda gerekse operanın ya da tiyatronun çok da yaygınlaşmadığı diğer toplumlarda sahne oyunlarının genelde orta sınıf tarafından daha bir ilgi görüyor olmasıydı ve bu, o günden bugüne pek de değişmemişti. İçinde bulunduğumuz salonun genel atmosferi de orta sınıf ve belki de üstü insanlarla doluydu. Araya Hoca gibi tutkulu sanatseverler karışmış olsa da sınıfsal açıdan kalabalıklar içindeki bir çocuk varlığından öte bir şey ifade etmiyordu varlıkları. Tabii Hoca için büyük uğraşlar sonucu elde edilmiş iki biletin yanında çok da mühim bir durum değildi onun sınıfsal konumlandırılışı. Çünkü salonun opera biletleri için her zaman alıcılar belliydi ve bu alıcıların her zaman içeride onlar için bilet ayıran adamlarının olduğu, aslında bir nevi orta sınıfın sanat için değil de sanatı satın alma konusunda verdiği egoist savaşın mücadele alanıydı.

 

Hiç olmaması gereken bir yerde, yeniden, içeride davula vurulurcasına bir alkış sesi ve ona eşlik eden bir küfür daha duyuluyor salonun o muazzam duvarlarından sekerek kulaklarda. Bu seferki biraz daha tedirgin edici, ürkütücü sayılabilir. Herkes yerine geçtiği karakterin rolüne bürünmüş, tiradını ezber ederken içinden -ki her biri senaryodan bağımsız- düşünce balonlarını patlatan bir ses, onları yeniden döndürdü gerçeğe ve karanlığın içinde, iri cüsseli bir hareketlenmeye bakarken buldular kendilerini. Bu durum yalnız olanı koltuğuna, yalnız gelmemiş olanı ise yanındakine yanaştırdı biraz daha. Hoca’nın gözüne salonun kolonları kadar heybetli göründü Aziz’in ayaktaki hâli ve elini bileğine atıp da oturtmak istediğinde sanki bir iple tonlarca ağırlığı çekermişçesine zorlandı Aziz’i oturtmaya. Yarım ayağa kalkarak aslında kendini hiç de göstermek istemediği hâlde yarı görünür bir vaziyette mahcup bir eda ile usulca seslendi kalabalığa.

 — Efendim, kusura bakmayın. Biraz rahatsız arkadaşım, affınıza sığınıyoruz.


 

Sağ çapraz balkonda, loş bir ışığın altında tek başına oturan bir adam, bütün bir bedenini sergilercesine ayağa kalkıp mekânın sahibiymişçesine balkon korkuluğuna avuç içlerini yaslayarak ‘’Sizi dinlemeye gelmedik buraya, rahatsızsanız buyurun dışarı, belli ki hava iyi gelmedi size.’’ diye çıkıştı gürültünün geldiği yöne doğru. Adamın sesindeki heyecan aslında içindeki korkuyu da ele veriyordu fakat bu Aziz’in tavrına karşı bir korku mu yoksa Aziz’in şimdi ona ne tepki vereceğine dair bir korku muydu, bilinmez. Aziz tabanlarını var gücüyle yere basıp tam kalkacakken Hoca tekrar oturttu onu.

 

Birinci perdenin finali ile ilk arada Aziz tuvalet için Hoca’dan izin isteyerek yerinden kalktı. Koltukların arasından Hoca’nın hatırına kibarca geçmeye çalışsa da iri cüssesi pek müsaade etmedi buna ama zaten Aziz’in geçişini görenler sanki ayaklarının dibinden bir fare geçiyormuşçasına olabildiğince koltuklarına yaslanarak yol verdiler ona. Hiçbirinin Aziz’in gözlerine bakmaya cesareti olmasa da arkasından küçümser ifadelerle bakıyorlar ve başkalarındaki aynı bakışlarla göz göze gelerek kendi haklılıklarını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Aslında daha çok içlerindeki korkunun bir dayanışma arayışıydı bu. Aziz ise dışarıya doğru ilerlerken bir yandan da göz ucuyla balkondaki adamı arıyordu, adamın yerinde olmadığını fark edince daha hızlı adımlarla girişteki bekleme salonuna attı kendini. Eline bir sigara aldı ve bahçeye bakan balkona çıkarak sigarasını yaktı. Dışarıda yağmur sonrası bir toprak kokusu, temiz hava olmasına rağmen Aziz, sigarayı ciğerlerine doldurmayı tercih etti. Bir yandan da gözleri balkondaki adamı arıyordu hâlâ. Gözleri pürdikkat camdan içeriyi süzerken ilk fırtı derince çekip de başını göğe doğru kaldırdığı sırada kalabalığın arasında yüzünün suyunu sildiği mendilini düzenli bir şekilde katlayıp cebine koymaya çalışan balkondaki adamı fark etti. Adamın smokin giymiş olması, Aziz’i adamın önemli bir şahsiyet olabileceği endişesine kaptırmış olsa da elindeki sigarayı bahçeye atarak hızla içeri girdi. Balkondaki diğer sigara içenler bu nezaketsiz hareketi bir yandan ayıplıyor bir yandan da sigaranın düşüşünü izliyorlardı. Bu hep böyle olmaz mıydı? Önce katilin olayı gerçekleştirip katil oluşunu izler sonra da söylenirdik. Herkes söylendi ama kimse izmariti yerden alma ya da nezaketsizliği fark ettiği an uyarma teşebbüsüne girişmedi. Aziz kulağına fısıltıyla da gelmiş olsa hakkında duymuş olduğu seslere aldırış etmeden balkondaki adama doğru ilerledi. Tam salonun giriş kapısına dönen köşede adamın önüne dikildi ve elini mesaisini bir an önce bitirmek isteyen bir iş makinesi operatörünün makinenin kepçesini olabildiğince açışı gibi açıp papyonuna doğru hamle yaptığı anda Hoca’nın sesini duydu.


‘’Hadi bakalım Aziz, çıkalım biz hem ben de sıkıldım zaten ikinci gelişim bu.’’

Oysa Hoca Bertolt Brecht'in Üç Kuruşluk Operası’nı defalarca da izlese bıkmazdı hatta herhangi bir başka opera ya da tiyatronun tekrarını da izliyor olsa bıkmazdı. Hoca gerçekten de seviyordu sahne oyunlarını hatta bir keresinde bağlı olduğu kurumda bir tiyatro grubu oluşturma fikri öne sürmüş fakat bu fikre ondan başka sıcak bakan olmamıştı. Şartlar el verdikçe de kaçırmaz gelir izlerdi hoşuna giden oyunları, tabii yine ‘’bilet savaşlarından’’ bir bilet elde edebildiği müddetçe.

 

Adamın duvar köşesine adımı ile Aziz’in adımı aynı anda kafa kafaya gelmişti. Aziz yol kesen bir eşkıya gibi sertçe ayağını yere vurup, eliyle adamın papyonunu işaret ederek, adamın gözlerinin içine kendi çirkinliğini onun göz bebeklerinde görebilecek kadar dik dik bakarak ‘’Abi nereden aldınız siz bu kurdelayı? Bir dahakine ben de alayım.’’ diye çıkışarak adamın önünde dikilirken Hoca biraz daha Aziz’e yaklaşarak omzuna dokunup ‘’Aziz’im o bir papyon, hadi bize müsaade yolumuza gidelim.’’

Aziz hocayı duyuyor ama içinde daha çok öfkesini nasıl minimize edip de hangi kelimelerle tarif edeceğini düşünüyordu. ‘’Ben de biliyorum Hocam onun ne olduğunu. Bizi ‘bir şey bilmez’ sananlara diyeceğimi diyeyim de gidelim madem.’’ Aziz’in eli indikçe adam smokinini ve papyonu düzleterek, sükûnetini bozmadan durmaya devam ediyordu öylece. Suskunluğunu asilzade bir beyefendiye yakışır bir şekilde sergilemeye çalışıyor olsa da aslında suskunluğunun tek sebebi korkusuydu. ‘’Sizin tek probleminiz kendinizden başka kimseye ‘kendinizin’ sandığınız alanlarda tahammül edemiyor ve fırsat vermiyor oluşunuz. Sizin probleminizin çözümü de yok Bay Kurdela çünkü bu ancak insanlık vasıflarına nail olmakla alakalıdır.’’

Aziz elini Hoca’nın ceket cebine atıp hâlâ cebinde kalmış olabileceğini ümit ettiği çerezlerden biraz avuçlayıp kapıya doğru yönelirken, Hoca kusura bakmayın der gibi hafif bir baş eğip dudak bükme hareketi ile Aziz’in ardı sıra yola koyuldu. Aziz balkonun altındaki bahçeye girerek az önce öfkeden atmış olduğu izmariti yerden alıp elindeki birkaç çerez kabuğu ile birlikte çöpe attı. Bunu gören ve az önce Aziz’i ayıplayan balkon beyefendileri ise bu sefer de Aziz’in ayaklarındaki çamura aldırmadan yol alışına burun kıvırdılar. Aziz’in de dediği gibi yoksa bunların hep bir bahanesi mi olacaktı kendilerinden olmayanı kabullenmemek için.

 

Bütün gözlerin üzerinde olduğunun farkına varan Bay Kurdela ise uzaktan gidişlerini seyrederken içinden söyleniyordu ‘’Bunun doğrusu kurdeledir, aptal herif.’’ Yanına yanaşan güvenlik görevlisinin “İyisiniz değil mi Zafer Bey?’’ sorusunu bile görevlinin tekrar etmesinde ancak duyabilmişti.

 

Kısa bir süre sonra herkes fısıltı fısıltı söylenerek de olsa salona girip devam etti seyrine. Sanki az önce istenmeyen sinekleri kovmuş ya da öldürmüş de zafer kazanmış gibi bir ruh hâli vardı hepsinde.

 

Oysa içinde ölüm olan hiçbir şeyden zaferle çıkılmazdı.

 

 

‘’Ne gülüyorsun Aziz, komik olan ne mübarek? Ben hiçbir sahnesine gülemedim mesela yaşadığımızın. Gülmemeliyiz de Aziz! Üzerine düşünmemiz gereken bir durum bu canım kardeşim.’’

Aziz’in susarak tepkisiz yürüdüğünü görünce hüzünlenmiş olabileceğini düşünerek sustu Hoca. Birkaç adım önde giden Aziz’e baktı biraz. Aslında korkmuştu ama korkusunun Aziz’i incitebileceğini, ona kendini yalnız hissettireceğini düşündüğü için çok belli etmemişti o an. Yeniden aklıyla ilgili sorunlar mı yaşıyor acaba diye düşünürken Aziz’in bir güreşçiyi andıran iri cüssesi de gözüne takılınca korkusunda haklı olması gerektiğini anladı tekrar.

 — Ben gidip Sarı Bakkal’dan kola çekirdek alayım Hoca. Gidelim yine mezarlığa az sükûnet dinleyelim, olur mu?’’

— Olur canım kardeşim, al gel hadi. Bakalım bugün ne anlatacak ölüler bize.