Bir işaret bekliyordum. Güneş tepeden inmeye başlamıştı. Gölgeler yavaşça uzuyordu. Uyandığım andan itibaren sadece sigara içerek müzik dinlemiştim. Saatlerce yapılacak şey değildi ama aslında uyanalı da çok olmamıştı. Gece boyunca yatakla kavga etmiş ve bir türlü uyuyamamıştım. Yalnızken uyuyamıyor gibi güneşi beklemiştim. Güneşin odama misafir olmasıyla birlikte ben de uyuyakalmışım. Hayaller kuramadan habersizce uyuduğum için sinirlenmiştim. Böyle uyuyacaktım madem neden önce uyuyamadım diye düşünerek bir yandan da sinirimi atmak için şarkılar açmıştım. Sigaramın da bize eşlik etmesiyle birlikte hayaller kuruyordum. Karnımın acıktığını fark ettiğimde saat 15.16’yı gösteriyordu. Geceden kalma çayın altını açtıktan sonra dolapta buz tutmaya yeltenmiş kahvaltılıkları çıkardım. Çayın ısınmasını beklerken dışarıya çıkacakmış gibi üzerimi değiştirdim. Kahvaltımı ettikten sonra yine aynı moda girerek bir işaret beklemeye başlayacaktım. Kahvaltı ettiğim esnada gözüm saatime kaydı. Saat 15.16’ydı. Zaman durmuştu. Zamanın durmasını hatırlıyorum. Bir kez daha yaşamıştım. Terk edildiğim sokak lambasının altında kalmıştım. Dünya durmuştu o an ama o, gidiyordu. Bir anda sokak lambası sönerek etraf zifiri bir karanlığa bürünmüştü. Kafamı çevirip etrafıma bakayım derken de dünya, tekrardan harekete geçmişti. Araba farlarının aydınlatmasından yararlanarak ona doğru baktığımda çoktan karanlığın içinde kaybolmuştu. Aradığım işaret bu olabilir mi diye düşünmeye başladım. O sokak lambasının altından geçerken aklına gelmiş olabileceğime inandım. Yani aslında düşünmedim. Düşünmeye başladığım an, bu cümle elimdeki çay bardağının içine döküldü. Bir yudumla cümleyi tekrar yuttum. Bir parça peynirle cümlenin üzerini örtmeye çalışarak hemen odama yöneldim. O kadar hızlı yöneldim ki peynir, yolu bitirmemişken ben odama çoktan gelmiştim.


Peynirin mideme indiği esnada masamda duran Ömer Hayyam, Rubailer kitabını aldım. Rastgele bir sayfa açacak ve bir dörtlük okuyacaktım. Okuduğum dörtlüğü bana bir işaret olarak kabul edecek ve ona göre hareket edecektim. Heyecanla ve yavaşça kitabı açtıktan sonra gözümün ilk değdiği dörtlüğü okumaya başladım.


“Her sabah yeni bir gün doğarken,

Bir gün de eksilir ömürden;

Her şafak bir hırsız gibidir

Elinde bir fenerle gelen”


İşte budur diyerek yerimden fırladım. Parçaları birleştirerek işareti bulmuştum. Sokak lambası ve elinde fenerle gelen hırsız, birleştiğinde aklımın köşesindeki sokak lambası da yanmaya başlamıştı. Bu işaret, sokak lambasının sönmesiyle birlikte kararan dünyamı yeniden aydınlatmaya geliyordu. Acilen o sokak lambasının altında olmam gerektiğini düşünüyordum. Bu kez gerçekten düşünmüştüm çünkü düşünmek, 15 saniye kadar sürmüştü. Benden çok uzakta bir şehirdeydi, o sokak lambası. Bu yüzden benim acilen o şehre gitmem ve gerekirse o sokak lambasının altında konaklamam gerekiyordu. İnternet üzerinden bilet almak için uğraştım ama kartlarımla alakalı bankadan saçma sapan mesajlar geldi. Söylenilen mesajları atsam da bir türlü düzelmedi. Saate baktığımda 17.10’u gösteriyordu. Kolumdaki saat ise hâlâ 15.16’da bekliyordu. Zamanın fazlasıyla geçtiğini fark ettiğimden daha da zaman kaybetmeden bilet almak için evden hızlıca çıktım.


Yaklaşık olarak 20 dakika yürüme mesafesinde olan bir otobüs firmasının bilet satış noktasına gidiyordum. Apartmandan indikten sonra 100 metre kadar gitmiştim ki çayın altını açık bıraktığım aklıma geldi. Fazla uzaklaşmadığım ve duvarına bir resim asamadığım evi yakma korkusuyla hızlı adımlarla eve döndüm. Çayın altını kapattıktan sonra masaya nasıl çarptığımı bilemeden masadaki bal yere dökülmüştü. O sırada bir mesaj gelmişti. Banka sorunu çözülmüştür diye umut ederek balın yere yayılmasını göze almış bir şekilde telefona baktım. Mesajda, “Yarın sabah 8 ile akşam 17 arası çalışma nedeniyle sular kesilecektir. Önlemlerinizi alınız.” yazıyordu. Biletle alakalı bir gelişme olmasa da bu şehirde durmamam gerektiğini söylüyordu, mesaj.


Çayın altını kısmak için dönsem de biraz evi toparlayıp çıkmaya karar vermiştim. Annem, ev dağınıkken evi terk etmezdi. Ben de annem gibi yaptıktan sonra birkaç parça eşyamı alarak çıktım. Otobüs bulursam hemen o an binecektim. Resmi tatil, hafta sonu derken zaten günlerce tatilimiz vardı. Bu yüzden belki orada da kalabilirim diyerek tedarikli bir şekilde evden ayrılmıştım.


Düşündüğüm gibi olmamıştı. Otobüs bileti en yakın ertesi gün öğle vaktine vardı. Ben de maçtan umudunu kesmesine sebep olan golü yedikten sonra topu kolunun altına alarak yavaşça santraya giden futbolcu gibi eve dönmüştüm. Kolumun altında olmasa da cebimde yarına aldığım bilet vardı. Eve geldiğimde hâlâ aç olduğumu anlayarak yemek yedim. Evi tekrar topladım. Aynı gün içinde ve evde kimse yokken evin dağılmayacağını bildiğimden annem gibi olamayacağımı anlamıştım. Yola çıkabilmem için evim ve ben hazırdık. Sadece şimdi alacağım bir duş sabaha saçımı allak bullak edeceği için sabah sular kesilmeden kalkıp duş almak için saatimi kurup yatağa girdim. Dün kavga ettiğim yatak, bugün uslanmıştı. Sokak lambasının altında ona sarılmayı hayal ediyordum. Hayallerim gözümün önünde akıp giderken yavaşça uzaklaşıyordum dünyadan. Uykunun bastırmasıyla ne hayal kurduğumu bile bilemeyecek seviyedeydim.

*

Kocaman bir ovanın üzerindeki buğday tarlalarının en ortasındaydım. Buğdaylar çoktan harmana verilmişti. Firezleri ise ayağa battığı için canım yanıyordu. Buraya terlikle girilmemesini öğrenememiştim galiba. İleride birisi görünüyordu. Yavaşça yanına doğru ilerledim. Ben ilerledikçe onun başı göğe doğru bakmaya başlıyordu ama gözleri benim üzerimdeydi. Takım elbiseli bir adamdı. Firezler ayak bırakmadı yoksa hızlı gelirdim, boynunuz tutulacak diyerek oturdum karşısına. Düğün ve mevlitlerde kullanılan açılıp kapanan ve üzerinde sulu yemek izi kalmış beyazımsı masa vardı. Oturduğumuz sandalyeler ise yine düğünde dünürlerin birbirinin kalbini kırmasından daha hızlı kırılan ve yanlarında kolumuzu koyacağımız bir yeri olmayan sandalyelerdendi. Tedirgin bir şekilde oturuyordum. Kim olduğunu ve neden burada olduğumu çok merak ediyordum. Karşımdaki ise hiç konuşmadan bana bakıyordu. Bakışmalarımızı nişan yüzüklerini bir türlü kesemeyen makaslardan daha hızlı şekilde kesmek için konuşmaya girdim. Masalar beni çok etkilemişti, bu yüzden düğünden çıkamıyordum. Kafamın içinde ritimsiz bir davulcu var gibiydi.


“Bu sandalyeleri üst üste çiftli yapsanız daha sağlıklı olur. Kırılma riski yüksek.”


“Neden burada olduğunu, kim olduğumu merak etmeden bunu mu düşündün?”


“Hayır, onu da düşündüm de rahat etmek istedim.”


“Şu an zaten yatağında mışıl mışıl uyuduğun için rahatsın. Belki telefonda açtığın müziklerin düğün şarkılarına dönmüş olması seni rahatsız edebilir.”


“Yatağım ve uyku mu? YouTube’un saçma önerilerinden bıktım. Yine mi açık kalmış?”


“Şu an rüyadasın. Ben de evrensel işaretlerden sorumlu kişiyim. Bugün çok işaret peşinde koştun ve son olarak seni karşımda görmek istedim.”


“Rüya mı? O çölde aksakallı dedeyle birlikte olmuyor muydu? Beyazlar içinde olman gerekiyor senin. Seni bu takım elbiseyle ciddiye alamıyorum.”


“Oğlum nasıl bir bilinçaltın varsa getirdiğin yer burası. Ben de memnun değilim buğday tarlasından ve hatta fazlasıyla sinirliyim. Senden önce de düğüne gittim oradan getirdim bu masayla sandalyeleri. Senin bu YouTube önerilerin yüzünden düştüğüm durum bundan ibaret. Ayakta yürü yürü bir yere kadar. Oturacak yer olmazsa senin gibi gelenler başlıyor yürümeye. Dizlerimde derman kalmadı. Ayrıca aksakallı dede dizilerde veya filmlerde olur. Gerçek bir rüyanın içindesin şu anda. İzlediklerine özenmeyi bırak!”


“Çöl vardı da biz gitmedik gibi konuşma. Ben zaten çöl düşünürdüm o dizilerdeki gibi az daha geç gelsen çölü kurardım. Ne işaret vereceksin bana? Neden buradayım ben?”


“Aslında en özel durumlarda biz rüyalarınıza geliyoruz. Şu an kendini özel hissetmeni istemiyorum. Bu yüzden direkt yüzüne söyleyeceğim. Ben yıllardır bu işi yapıyorum senin gibi bir vakayla ilk defa karşılaşıyorum. Bir insana günde 5 işaret gider. Kimisi birkaçını yanlış anlar ya da hiç anlamaz. Hepsini birden anlayan insanlar da var. Hiç olmazsa en azından bir tanesini anlayan da var ama sen hiçbirini anlamadın ya. Bu da yetmez gibi göndermediğimiz şeyleri de işaret saydın. Önceki gün çocuklar bir işareti yetiştirememişti. O yüzden uyanır uyanmaz kendine işaret aradın. Ben de dünün hakkını da bugün verdim ama yok, sen yine oralı olmadın. Buna müdahale etmek için son çare olarak rüyana geldim.”


Bir süre şaşkın bakışlarla adamı izledim. Fazlasıyla sinirli olduğu için cümleleri hızlı hızlı sıraya düzdükten sonra derin nefesler alıp veriyordu. Sert bakışlarının altında ise gerçekten bir yorgunluk vardı. Biraz da bıkkınlık görür gibiydim. Bu bıkkınlığın sebebinin ben olmadığımı düşünüyorum. Takım elbiseli de olsa bakışlarıyla kendisini ciddiye almamı sağlıyordu. Hava gittikçe ısınıyordu. Sanırım kombinin derecesini yükselttikten sonra düşürmeyi unutmuştum. Sıcak bastı diye uyanmaktan korkuyordum. Bu rüyadan öğreneceğim çok şey vardı. Daha fazla uzatmadan bana ne işaretler verildiğini sordum.


“İşaret beklediğin anda saatini durdurduk. Boş boş oturuyordun. İşin dışında kendin için ve dünya için hiçbir şey yapmıyorsun. Her şeyi istiyorsun ama hiçbir çaban yok. Zaman durmaz, saatinin pili biter ancak. Zaman akıp geçerken sen durursan o sana fark atar. Maalesef iki kez net bir şekilde fark attı. Onun dışında bön bön etrafı izlediğin her an sana fark atıyordu. Çok geridesin ve zamanı yakalamak için yürümek değil, koşman gerekiyor. Zaman durmuşta, yok gözden kaybolmuşta ne çeşit bi’ kafaya sahipsin sen ya? Zamana yetiş!”


“Ya abim, dolar yükseldi diye on yıl önce dükkâna girmiş pile bile zam gelmiş. Niye bitiriyorsunuz pili? Başka yol mu yoktu, işaret vermek için?”


“Saçmalama, onun pili bitecekti. Biz de bu durumdan faydalanarak mesajı vermek istedik. Sen tabi almadın. Gittin bir dörtlük okudun. Sokak lambasını hırsızın elindeki fenere benzettin. Şairin güneşe benzettiği feneri sokak lambası yaptın. Ömrünün geçtiğini zamanın aktığını söyledik, sana. Sen oralı olmadan planlar yaptın. Sokak lambasının altından geçti diye sana işaretler göndereceğimizi mi zannediyorsun?”


“Bence mantık çerçevesinde gelişen güzel bir işaret olurdu.”


“Ne mantığı? Azıcık mantığın olsa şu an, bu tarlanın ortasında olmazdık. Ayrıca yalnızlık edebiyatı yaparak kombiyi de yükseltme. Hatta kombiyle edebiyat da yapma. Bak senin yüzünden suyumuz çıktı, burada. Sonra bilet istedin ama ödeme olmadığı için kaldın. Bu bir işaret olabilir gitmeyeyim demedin. Evden çıkmadan önce ocağı kapatmak aklındaydı ama unutmanı sağladık da belki dönersin de bu işareti anlarsın diye. Döndün umutlandık. Yine gidecektin bu yüzden masaya çarpmanı istedik. Mesaj geldi sular kesilecek diye bunu işaret zannettin. Su işine biz bakmıyoruz. Bizimle ne alakası olabilir? Bunu da kendine işaret sayarak ısrarla gittin.”


“Ocağı açık unutmaktan işaret mi olur ya? İşin kolay yolunu bulmuşsunuz. Günde kaç tane ablanın işaretini ocaktan veriyorsunuz acaba? Ayrıca sonuca gelelim gittim ve aldım. Türk dizisi mi çekiyoruz? Sürekli aksilikler olacak da alamayacağım o bileti. Hiç kavuşamayacağız, nasıl bir senaryo bu?”


“Sen kafayı yemişsin. Dünya senin bitmiş ilişkin için dönmüyor ama senin için dönüyor olabilir. Kendin için yaşamayı öğrenmelisin. Sana gitmemen için işaretler gönderdiğimiz zaman gitmeyeceksin. Gerekirse beklemeyi öğreneceksin. Sabır etmeyi de bileceksin. Şu hayatı, şu dünyayı biraz da kendiiüğüüoöön…”


*

“Her gecenin sabahında başım yine döner döner

Getirmiyor seni bana kısa kalıyor geceler geceler…”


Ferdi Tayfur’un “Benim Gibi Sevenler” isimli şarkısıyla rüyadan uyanmıştım. Bu şarkıyı üniversite zamanlarımda oda arkadaşımın zil sesi yapmasından dolayı ben de yapmıştım. Öyle bir şarkı ki tek seferde bizi uyandırmayı başarıyordu. Böylelikle o günleri de canlandırıyordum gözümde.


Rüyanın devamını merak etsem de saat 8 olmadan duş almam gerektiği için hızlıca duşumu aldım. Kahvaltı ettim. Ocağın altını en az on kez kontrol ettim. Eşyalarımı da aldım ve kapıya doğru yöneldiğimde “Rubailer” kitabını da yanıma almak aklıma geldi. Onu da yanıma alarak yola koyuldum. Hiçbir işaret yoktu dünyada. Sanırım bana küsmüşlerdi. Gerçekten küsmüş olabilirler mi diye düşünmek yerine bunu test etmek için kitaptan rastgele bir dörtlük daha seçtim.

“Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar boştur boş!

Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!

Şu durmadan kurulup dağılan evrende

Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!”


Küsmemişlerdi. Otogara gidene kadar defalarca aynı dörtlüğü okudum. Otogara geldiğimde otobüsüm için bir buçuk saat vardı. Güzergâh değiştirme imkânım var mı diye sordum. Yarım saat sonrası için memlekete bilet aldım. Gönlümü hoş tutmam için annemi görmem yetecekti. Yarım saati şarkıların eşliğinde keyiflice geçirdim. Galiba artık işaretleri anlıyorum diye de mutlu olmuştum.


Otobüs geldi. Otobüsün üzerinde bahsettiğim sokak lambasının olduğu şehrin ismi yazıyordu. Oradan yola çıkmış bizim memlekete gidiyordu. Çantamı bagaja teslim ettikten sonra kitabımı kolumun altına alarak son sigaramı da tüttürdüm. Otobüse ön kapıdan girmiştim. Ortalara doğru seçtiğim tekli koltuğa doğru ilerliyordum. O sırada göz göze geldik. Filmlerdeki gibi duraksamadan hemen yerime oturdum çünkü tam olarak benim sağ tarafımda kalacaktı. Aramızda otobüsün küçük koridoru vardı. Oturduğum an sağıma döndüm. O da bana bakıyordu. Kolumun altındaki kitap çoktan elime gelmişti. Gözlerine bir ok gibi saplandığım anda kitaptan rastgele bir sayfa açmıştım. Bir anda gözlerimi gözlerinden alarak dörtlüğe diktim. Sesli bir şekilde okumaya başladım. Okurken içimden işaretlerden sorumlu o adama teşekkür mü etmeliyim yoksa son dakikada galibiyet golünü atan futbolcu gibi mi davranmalıyım diye düşünüyordum.


“Ömür defterinden bir fal açtım gönlümce;

Halden anlar bir dost gelip falı görünce:

Ne mutlu sana, dedi; daha ne istersin:

Ay gibi bir sevgili, yıl gibi bir gece.”


Okuduktan hemen sonra yine döndüm, gözlerinin içine. Gülümsüyordu ve ben bunu gözlerinin karasından fark edebiliyordum. “Bu bi’ işaret mi?” dedi.