Önce dünya ile aramızda sarsılmaz bağlar kuruyoruz, ardındansa her bir bağı koparmak için koca bir ömrü tüketiyoruz. Bize yalnızca belirli bir süreliğine eşlik edecek olan insanlar, eşyalar hatta tutunduğumuz hayaller ve hedeflerle sonsuz bir dünya hayatındaymış gibi yol alıyoruz. Öyle bir dünya algısı inşa ediyoruz ki ölümün bizi kıskıvrak yakalayacağı gerçeğinden epey bir uzak yaşıyoruz. Daha da açık bir tabirle, her şeyin geçici olduğunu aklımızdan çıkarıyoruz. Oysa her zaman aklımızda tutmamız gereken gerçek var: sahiplendiğimiz, adeta dört elle sarıldığımız en ufak şeyin bile kalıcı olmadığı. Ama unutuyoruz, ihmal ediyoruz, görmezden geliyoruz. Belki bundan dolayı da uğradığımız olumsuz durumlarda yaşadığımız yıkım çok daha ağır, aldığımız darbeler daha sarsıcı ve yaralarımız çok daha derin oluyor çünkü kendimizce inşa ettiğimiz o suni dünyada olumsuzluklara pek de yer yoktur aslında. Olumsuzluklar oldukça uzak bir ihtimaldir orada ve bizler de keyfimizi kaçıracak her şeyden tecrit edilmiş bir dünyada olduğumuz yalanına kendimizi inandırarak yaşarız.


Peki, olumsuzluklardan uzak olan bu dünya bize ne sunuyor? Mesela, henüz kendimize dair bilmediğimiz onca şey varken, yaşamımızdaki insanlara yüklediğimiz yoğun anlamlar üzücü bir son ile niteliğini yitirebiliyor. Belki de zamanla sıradanlaşacak ve üzücü bir sona sürükleniyor yüklediğimiz anlamlar. Bunu da -belirli bir ölçüde- kendi ellerimizle yapmış oluyoruz. Herhangi bir aksiliği hesaba katmayışımızın ağır bir bedeli olarak insanlara karşı güvenimizi yitirebiliyoruz. Mükemmellikten bir hayli uzak olan insanı sanki kusursuzmuş gibi görebiliyoruz, Beklentilerimizi makul olmayan bir düzeye çekebiliyor ve ardından da neye uğradığımıza şaşırabiliyoruz. Çıtayı gereğinden fazla yükseltebiliyoruz. Bunun sonucunda yaşadığımız hayal kırıklığıyla da sonraki süreçte güçlü bağlar kurmaktan yana zorluk çekebiliyoruz. Hatta, yaşamımızın belirli bir evresinde de bir parça olsun duvara toslamış olmanın verdiği acıyla -tabiri caizse- insanları yaşamımızdan ayıklamak adına çırpınıyoruz. Bunu yaparken de zaman harcayabiliyoruz, gücümüzden kaybediyoruz. Aynı şekilde, insanları -sanki- hiçbir yere kıpırdamayacakmış ve her zaman bizimle birlikte kalacaklarmış gibi konumlandırabiliyor ya da onların hata yapma olasılıklarını yok sayabiliyoruz. Sonucunda da aynı oranda yaralanabiliyoruz belki de.


Ya da ne bileyim; başarmak kadar başarısız olmanın da ihtimal dahilinde, yaşamın doğal seyrine ait olduğunu ve de dolayısıyla gayet “karşılaşılabilir” olduğunu kabullenmek yerine ayağımızın hiç yere basmadığı uçuk kaçık bir hayaller dünyası inşa edebiliyoruz. Öylesine yükseklerden uçuyoruz ki bir süre sonra bulutların üzerinde gezinirken bulabiliyoruz kendimizi. Peki, bu gibi şeyler ne kadar sağlıklı olabilir ki? Beklentilerimizi makul düzeyde tutmak, fazla yükseklerden uçmamak gerekmez mi oysa? Belki de karamsar gibi görünen bu düşünce hepimiz için bir parça doğru gibi sanki. Gerçekçi olmak, olasılıkların farkına varmak, olumlu yönler kadar olumsuzlukların da bilincinde olmak birçok şeyi değiştirebilir. Sahi, tutarlı düşünmek, ölçülü davranmak varken aşırı olduğumuz anlarda ne kazandık ve ne kaybettik? Cevabını kendimize verelim. Kendimiz için makul olan bir ölçü yakalamamız gerektiğinin farkına varalım. Aksi halde, yaptığımız kendimizi yormak, yıpratmak ve bunda diretmek gibi bir şey olabilir.


Unutmayalım, dünya mücadeledir, inişlerden ve çıkışlardan ibarettir dünya. Umut ve üzüntü birliktedir burada. Tekdüzelikten bir hayli uzak, tahminlerin ötesinde onca şeye gebedir dünya. Kaçınılmaz sonların ama aynı zamanda da ümit dolu yarınların evidir. İnsan ise ancak bunların bilincinde olduğunda dünyaya galip gelebilir. Esasen onu mağlup etmekten ziyade geçici bir misafirlikten ötesi değil ya dünya ile bağımız... İşte bundandır ki buraya yerleşmeyelim, burayı kalıcı yerimiz olarak görmeyelim. Ayaklanmaya, belki de tam şu an kalkmaya hazır bir vaziyette olalım. Sahiplenmeyelim, kendimizi emanetçi bilelim. Bir şeyleri kendimize ait görmeyelim, kendimizi bir bekçi bilelim. Hatırlayalım, asli vatanımıza varmak üzere konakladık burada. Her birimizin varış zamanı ise değişken olmakla birlikte bir muhakkak gelip çatacak bir vakıa.


Bir gerçeği daha unutmayalım; güneş bir gün biz olmadan doğup yine bizsiz batacak. Bu gerçekten kaçarak kurtulacağımızı sanmaksa bedeli ağır olan bir yanılgı olacak. Gerçekçi olmadığımız sürece dünya ve içindeki her şey daha ağır bir yük olacak omuzlarımızda. Belki de bu yük biraz zamanla öyle ağırlaşacak ki omuzlarımız çökecek. O yük sırtımızda bir kambur misali ve bizler de iki büklümken içimizde de daha derin bir boşluk oluşacak belki. Kaçmak kimi zaman bir çözümdense bir kayboluşa yol açacak. Hele de böylesine ağır bir yükle birlikte kaçmak içten içe yiyip bitirecek bizi belki de. Kaybolmak mı peki sahiden istediğimiz? Yoksa kendini bulma mücadeleni tamamlamak mı? Kolay olanın hangisi olduğu çok açık. Kaybolup bir şeylerden sıyrılıp geçici bir rahatlığa kavuşabiliriz. Fakat zor olanı yapmamız gerek, gerçeklerle yüzleşmemiz... Geçip gidiyoruz, bu dünya bir mücadele sahası. Yerleşecek, yurt edinecek kadar uzun süre kalacağımız bir yer değil. Neden zaman kaybediyoruz o halde? Kaybedecek bir dakikamız dahi yokken neden bulmamız gerekenin ardına düşmüyoruz?


Dünya yalnızca bir geçittir işte. Bitmek bilmeyen düşlerimiz, düşüncelerimiz ve bize yalnızca belirli bir süre ev sahipliği yapan bir geçittir. Dönüm noktalarımız, önemli kararlarımız, değerli anlarımız; deneyimlerimiz, kazanımlarımız, kendimize kattığımız her şey… Bizler de dünyadaki her bir durağa uğradığımızda bir şeyler alarak ya da vererek ayrılan yolcularız. Yolcuyuz işte en nihayetinde, bundandır ki attığımız her adımda heybemize iyi, kötü; olumlu, olumsuz; beklentimiz dahilinde, beklentimiz dışında onca şey doldururuz ya da yüklerimizi boşaltırız. Ama hiçbir zaman bir şeyin “tam olarak” sahibi olmayız, olamayız. Bekçiyiz, emanetçiyiz. Hesabını vermek üzere alırız ve zamanı geldiğinde asıl sahibine teslim ederiz elimizde olan her şeyi. Hiçbir zaman şu dünyaya çivi çakarak varacağımız yerden kaçamayız. Hiç kimse yapamadı bunu, biz de yapamayacağız çünkü “Gelen, gitmek için; doğan, ölmek için var.”