Gökyüzünde tek bir vücut olabilmiş kuşlara baktım öylece. Tam karşımdaydılar ve dans edercesine üstümden geçtiler. Özgürdüler. Ben neden değildim? Elimi cebime sokup sigara paketini çıkardım. İçinde kurumuş tütünden bir sarma sigara vardı yalnızca. Kuşlara atmakla içmek arasında geçen otuz saniyenin ardından dudaklarıma götürdüm. Biraz tütün de kuşların özgürlüğüne kapılıp süzülerek uzaklaştılar sigaramın ucundan. Bir boşluğa ateş verdim. Yandı hemen sigaranın yarısı. Bir ömür kadar hızlıca küllere karıştı ve ben yalnızca zevksiz bir ateşi soludum. Her şey o kadar ironik geliyordu ki o an, bulunduğum konumu unuttum. Neredeydim ben? Nereye gidecek ve ne yapacaktım? Gözlerimi aşağıya çevirdim. Sokakta bir sürü insan birbirlerinden bir şeyler kapmak için koşup duruyordu. Nereye gidiyorsunuz ey insanlar, diyemedim. Sadece sigaramı içtim. İnsanlar… Ne için? Ne için kuşların yaptığını yapamıyoruz? Gülümsedim. Sanki biraz sonra kuşlara kendimi emanet edecek ben değilmişim gibi! Bitti sigaram. İzmariti kolumu dayadığım mermerde ileri geri yaparak söndürdüm. Siyah lekeler beliriverdi mermerde. Benden son bir iz kalmıştı sanki. İmzamı atmıştım. Binlerce sayfa roman yazmış ve yüzyıllık bir şiir bırakmıştım ardımda sanki. Elimi üzerinde gezdirsem silinecekti. Derin bir iç çektim ve sol bacağımı mermerden sarkıttım. Biraz öylece kaldım. Kulağıma “hadi! Diğerini de at!” diyordu birisi. Bekle, diyordum. Zaten gideceğim, son kez bekleyeceğim, diyordum. Yüzümde hissettiğim rüzgâr öylece geçip giden ömrümü anımsatıyordu bana. Aşağıda koşuşturan insanlardan biriydim yalnızca. Ne için? Başlangıçta ailemi utandırmamak için yüzleştiğim tonlarca sınavlardan edindiğim kaygılar için mi? Üniversitede esrarengiz ideolojiler edinmiş insanlardan öğrendiğim saçma hayat tutumları için mi? Bir kalpte yaşadığım hayaller, sevişmeler ve ötesinde bulduğum hayal kırıklıkları için mi? Bu süreçleri yaşarken okuduğum kitaplar için mi? Evlendiğim kadının ilk tanıdığım halini zamanla özlediğimi fark ettiğim için mi? Her gün dolu dolu birbirimize sokulmalarımız zamanla tekil sayılara, ardından haftalara savrulduğu için mi? İlk çocuğumuzun doğmasına yakın zamanda işimden atılıp aylarca eşimin babasının eline baktığım için mi? Eşimle olan en ufak kavgamızda eşimin beni bundan dolayı vurduğu için mi? Çocuğumuzun ilk yaş günü gelmeden evvel, çok güzel bir işe girip bir anda eşimin bir tanesi, kayınpederimin biricik damadı, dostlarımın “bir gün bu çocuğun turnayı gözünden vuracağını biliyordum” sözlerinin muhatabı olduğum için mi? İkinci çocuğumuzun üçüncü yaş günü geçtiğinde çalıştığım yerde hukuksal sorunlar çıkıp da imzamın bulunduğu evraklardan dolayı soruşturma geçirip ve bütün suçun üzerime kalmasından dolayı hem işimden hem de iki buçuk ay esaretimden olduğum için mi? Esaretim bittiğinde eşimin kaba saba bir adamla beni aldattığını öğrendiğim için mi? Bunu izleyen süreçlerde eşimden ayrılıp daha da berbat bir hayata doğru yelken açtığım için mi? Bu olaylardan iki yıl sonra bir trafik kazasında trajik bir şekilde annemi ve babamı kaybettiğim için mi? Bir gece Tanrı’yla göz göze gelip bana artık merhamet etmesini istediğim için mi? Onunsa bir yanılsama, bir mit, bir hayal olduğunu fark ettiğim için mi? Ah kuşlar! Bunları düşünürken bir sigara daha yakmak istedim. Ama gel gör ki cebimde ne para var ne de vücudumda on iki kat aşağıya inip karşı kaldırıma geçip, üzerime gelen kalabalığa aldırış etmeden beş metre kare kadar olan büfenin sarı bıyıklı ve ter kokulu sahibinden sigara isteyecek kadar enerji! Şimdi otuzlarımın ortalarını yeni geçmiş bir ömrün içindeyim. Bir bacağım gitmek istercesine sarkıyor aşağıya. Dur da diyemem ona! Diğer bacağım her ne kadar zeminde durmak istese de o da biliyor gerçeği. Hayat, sandığım yer değildi; hayat, ancak buydu! Hayat, bizleri delirten bir kumardı. Hayat, bizleri eksilten bir vebaydı. Hayat, bir örümcek ağıydı. İnsanlardı hayat. Ve gariptir ki insanlar her şeyimi mahvettiler. Önce mizacımı, sonra da varlığımı değiştirdiler. Ne kaldı ki geriye? Bana “baba” demekten bile uzaklaştırılmış evlatlarım mı? Yıllardır beni aldatan bir eş mi? Hayatta elde ettiklerim kadar beni kabul eden insanlar mı? Varlığı bebekliğimizden beri bize dikte edilen ama olmadığını sonradan idrak ettiğim ve bu yüzden “kimim ben, ne için varım, neden yaşıyorum, tüm bunlar ne anlama geliyor” sorularını trajik bir şekilde içselleştirirken ruhumdaki mikroorganizmaların iltihaplı varoluşsal sancılara neden olmasını sağlayan Tanrı mı? Okuduğum kitaplardaki hayatların, aşkların ömrümün bir kıyısında beni beklediğini varsaydığım şairane hayaller mi? Bir gün yaşayacağım diye asla yaşayamadığım bir ömrün yarısı mı?
Diğer bacağımı da attım boşluğa. Güneş solumda sönmek üzereydi. Kaç saattir burada olduğumun bile farkında değilim. Tam karşıya bakıyorum. Bu muhitteki en uzun binalardan birindeydim. Beni görmeleri için insanların, kendi egolarından yukarıya bakmaları gerekiyordu. O yüzden varlığımı asla göremeyeceklerdi. Tam karşımdaydı. Sarışın bir kız çocuğu… Yedinci katta, bir balkonda, elinde birkaç adet balon ve ipekten elbiseyle sarışın bir kız çocuğu, bana bakıyordu. Gözleri yeşil mi mavi mi seçemedim. Balonlar elinde, şu an hayatta durabildiğim kadar gevşek duruyordu. Gülümsedim. O mesafeden fark etmemiştir. Bana el salladı. Neden salladın, diye bağırmak ve ona kızmak istedim. Faydasızdı. Büyüyecekti elbet! Anlayacaktı belki bir gün beni. Bir an arkasını döndü. Annesi seslenmiş olmalıydı. Kırmızı ipekten elbise… Sarı bukleli saçlar… beyaz, yeşil, pembe, mavi balonlar… yeşil ya da mavi gözler… annenin seslenişi… sonunda gelen cesarete ivme… dogmatik bir düşüş… trajikomik bir özgürlük… son anda bana dönen minik bir kız çocuğu… acı bir pişmanlık… çığlık… sonunda Chicxulub düştü yeniden… günümüz dinozorlarını yok oldu… patlama sesi… kırık kemikler ve kan… insanlar baktı… gittiler… acı bitti…