Gelelim tam bir efsaneye, Demirkubuz bu defa kendi çalıp kendi oynuyor ve bizi uyuz ederek bir şeyler anlatmaya da dünden razı gibi görünüyor. Ahmet'ten daha filmin ilk saniyelerinde iğreniyoruz, Ahmet karısını aldatan bir adam; derken yine aynı saniyeler içinde muazzam bir duygu geçişi yaşıyoruz, zira Ahmet'ten haber alamayan karısı ve kızı o gece ölüyor. Onlara üzülüyoruz ama Ahmet'e kızgınlığımız gittikçe artıyor, vurdumduymazlığın gözüne vuruyor, film boyunca "Böyle bir adam olabilir mi ya?!" modunda sabit kalıyoruz deyim yerindeyse.


Ahmet akademisyen, kültürlü, Genç Werther'in Acıları falan okuyor, saygın bir adam; o sevilip sayıldıkça biz uyuz oluyoruz, bizim vicdan sızlamamız bir an olsun eksilmiyor, sürekli başkalarıyla, üstelik onların da ağzına tükürecek kadar bir kibirle! Demirkubuz'un sert realizminin göstergesi nü sahneler ise nefretimizi neredeyse gerçeğe dönüştürüyor; gerçi bu hususta kendisinin surat yapısının da büyük payı olduğu kesin, biraz gülebil be adam.

Tam Ahmet'ten ümidi kesiyoruz, bu vurdumduymaz böyle bok yoluna kadar gider diyoruz ama o da ne? Ahmet yardımcının çocuğuna forma hediye ediyor, karısıyla kızının videosunu seyrediyor, gece ufaktan göz yaşı akıtıyor... Allah Allah diyoruz ve göz kırpmamaya devam ediyoruz.


Bulantı tam anlamıyla ismi ile müsemma bir film, midemizi bulandırıyor ama... Amalarla devam ediyoruz izlemeye. Bir yerden sonra Yeraltı'nın tekrarı haline geliyor fakat hala izlenilesi, zannedersem bu noktada ise tamamen Zeki Demirkubuz'un ne istediğini bilmesi etkili. Ufak bir nöbet ile belki tehlikeye girdiğinin, hatta hayatın kısalığının ve yaptığı saçmalıkların ağırdan ağırdan farkına varan Ahmet halen burnundan kıl aldırmamaya niyetliyken ufak ufak, yavaş yavaş kendi içine yenik düşüyor ve işte bu görülmeye değer. İnsanın egosunu, vurdumduymazlığını ve benzeri pek çok durumu son dozda ama sakin sakin, derin derin işleyerek anlatan bu filmin selam çakmaması ise elbette ki olanaksız. Gözlerimiz son sahnede bütünleşiyor, elektrik kesintisi, mum ışığı, bu sanki Winter Sleep'ten tanıdık geliyor. Peki Demirkubuz neden hem Yeraltı hem Bulantı'nın sonunda aynı kompozisyonu kullanıyor?


Sanki Ahmet Haşim'in "Acılar gece çözülür." sözünü çokça düşünmüş gibi Muharrem'in de Ahmet'in de kırılma noktaları karanlıkta, her şeyin sessiz ve salt öylece durduğu bir anda, varlık, yokluk ve yok oluşun esrarengiz ahenginde, en dipteki, en az kalmış, yok olmaya yüz tutmuş duyguların bile ağırdan yükseldiği o vakitlerde. Soluk alış verişlerini duyuyoruz, hatta böyle başlayıp bitene kadar sıkça devam ediyor, peki bu nefes almak mevzusu devamlılığın verdiği azabı mı müjdeliyor bize yoksa yaşayan herkesin ikinci bir şansının olduğunu mu? Cevap: Hiçbiri. Bulantı'da duyduğumuz nefes ve ıslık sesleri artık yaklaşan vicdanın ta kendisi. "Acaba bunu da yapar mı, bu kadına da mı?" diye bile düşünebilecek boyuta geldiğimiz, artık Ahmet'ten gelecek herhangi davranışı yadırgayamayacak kadar savunmasız olup, celallenmekle acımak arasında kaldığımız sessiz fakat gerilimli bir anda Demirkubuz salıveriyor bizi, Ahmet'in gözyaşlarıyla. Düne kadar Ahmet'e karşı her kötü hissi besleyebilen kendimiz, Ahmet ağlayınca nasıl Ahmet ile rahatlar hale geldiğimizi sorgular oluyoruz ve işte filmin anahtarı da bu: Zira biz Ahmet'e kızarken dahi onunla empati yapmaktaydık fakat başlarda hiç de kendine kızdığını belli etmiyordu, işte realizm de burada başlıyor. Ahmet'ten kendimize döndük, şöyle uzunca baktık, ıslık sesleri yükselirken dedik ki:Ben Ahmet denen kötü bir adamı anlıyorum.


Bunu söylediğimiz için kendimize kızmadık çünkü kötü olduğunu bildiğimiz hatta kötü hisler beslediğimiz birini anlayabilmenin hayretine düşmekle meşguldük, işte sinemada ters köşe böyle yapılır diyerek yiğide hakkını vermekten yana bitiriyorum bu değerlendirmeyi ben. Son bir söz de söylemeyi ihmal etmiyorum tabii ki, belki de Ahmet'i anlamamızı anlamlandıracak bir ayrıntı ise Ercan Kesal'ın canlandırdığı doktorun tiradında saklı; onu sanki böyle yapan biraz da yalnız yaşaması, yalnız derken aslında pek çok kişi olması fakat bir şekilde kimsenin bir yeri dolduramaması... Tam burada en başa dönüyoruz, trajedinin patladığı o geceye, o açılmayan telefonun zangırtısına, bu defa da diyoruz ki: O gece karısı ve kızı Ahmet'in içine girdi, önce giderek çömeldi, sonrasındaysa oturdu kaldı ve nihayet gözyaşlarıyla, kendi berbatlığını kabul ederek vicdan azabı çekişiyle de kalktı. O ağlama bir vicdan azabı mıydı, yoksa sadece genel bir birikmişlik miydi karar sizin, oysa ben Demirkubuz kadar acımasız olamayacağım, Ahmet kendi bitmeyecek cezasını kendine vermeye başlayarak olgunluğa erişmiştir o gece.