Güneşin en tepe noktada kavurucu sıcağını kasabaya sunduğu o gün Ihlara Vadisi; bozkırın hakimiyetinden kurtulmuş güzelliğiyle yine göz dolduruyordu. Ziyaretçisinin eksik olmadığı bu kasabanın en uğrak köşesi; doğanın bu şehre en güzel ikramıydı. Ağaçlara, çiçeklere, birçok hayvana ev sahipliği yapan bu güzel yerde sayısız canlı yaşıyordu. Bununla beraber pek çok kiliseyi de içinde barındıran bu kasaba, her geleni kendine hayran bırakır büyüye sahipti. Ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken kiliselerden biri olan Yılanlı Kilise yakınlarında pek yaşlı olmasa da ruhsuz ve günden güne çürüyen bir ağaç vardı. Burada ağaçların çürümesi; daha önce dalına yuva kurmuş bir kuş tarafından terk edilmesi anlamına geliyordu. Bu durum bazı ağaçları etkilemese de pek çoğu çürümenin hüznüne kendini günden güne kaptırıyordu. Ne zaman terk edildiği bilinmeyen bu ağaç da öleceği günü bekliyordu artık. Toprağa köklerinden sıkıca bağlı olsa da ruhu ölüydü aslında. Çevresinde cıvıl cıvıl ötüşen hiçbir kuşu dallarına yaklaştırmak istemiyordu. Zaten onun görüntüsünü fark eden çoğu kuş kaçıp başka ağaçların gölgesine sığınıyorlardı. Acı çekiyordu ağaç; yıllardır yaşıyordu ama kimse onun dallarına tutunmak istememişti, zamansız bir terk edilme yaşamıştı. Ağacın ailesi de dallarına yuva yapan kuşlardı aslında. Gününün çoğu zamanı derin düşüncelere dalmakla geçiyordu. Bu dünyaya hiçbir katkısı olmadığını, istenmediğini, kimseye yuva olamadığını düşündükçe üzülüyordu. Yine böyle bir üzüntüye dalıp gittiğinde, bir sarsıntıyla kendine geldi. Dallarından birine konmaya çalışan bir bülbülün, dalına çarpıp yere düşüşünü gördü. Ne olduğunu anlamaya çalışırken bülbülün bir kanadının yaralı olduğunu fark etti. Burada uğursuzluk getirdiğine inanıldığı için yaralı kuşları genelde hiçbir ağaç istemezdi. Bülbül de çürümek üzere olan ağaca sığınmaya çalışmıştı. Ağaç hemen kendine gelip olanları sordu. Bülbül de kimsesiz olduğunu, yakın zamanda kanadının yaralandığını ve onu kabul etmezse sıcakta bir başına öleceğini söyleyerek yalvarmaya başladı. Ağaç biraz düşündü. Yıllardır kimseyi istemiyordu, yeni bir terk edilmeye daha dayanamazdı. Sadece ölmeyi bekliyordu. Gerçi yıllardır kimse de onun bu halini beğenip dallarında yuva kurmak istememişti. Bülbülün haline acıdı, kabul etmese o da yalnızlıktan ölecekti hem. “Tamam, yavaşça uçmaya çalış, kon istediğin yere.” Bunu duyan bülbül o kadar mutlu oldu ki bir an önce ağacın tepesine uçmak için çırpınmaya başladı. Yavaş hamlelerle uçmaya çalışan bülbül uzun bir uğraş sonucu ağacın dallarındaydı. Ağaç kendini mutlu hissetmeye başlamıştı şimdiden. İşe yaradığını hissetmek ruhuna iyi gelmişti. Günler geçti, bülbülün kanadı iyileşmeye başlamıştı çoktan. Ağacın yapraklarından yiyor, bol bol dinleniyordu. Arada ağaca güzel sesiyle şarkı bile söylüyordu. Bülbülün sesi, uğursuzluk getireceği düşüncesinin aksine ağaca iyi gelmişti. Ruhu iyileşmeye başlayan ağacın bedeni de toparlanmaya başlamıştı. Çevredeki kuşlar hayretle izliyordu bu değişimi. Ölmek üzere olan ağaç yaşama daha sıkı ve özenilesi tutunmaya başlamıştı. Geçen zaman ikisine de iyi gelmişti. Ağaç fark ettirmese de bülbülü çok sevmişti. Her saniye sesini duymak istiyordu bülbülün. Zaten kimsesi yok, artık dallarımda sonsuza kadar yaşar, her istediğimde güzel ötüşünü dinlerim diye düşünüyordu. Bülbül de halinden memnundu, kanadı iyileştikçe arada ağacın etrafında uçup geri yuvasına geliyordu. Her uçuşundan sonra onu kabul ettiği için ağaca teşekkür edip “Her zaman burası yuvam olacak, bu iyiliğinin karşılığı olarak seni hiç yalnız bırakmayacağım.” diyordu. Sesini duydukça iyileşen ağacı gördükçe ağacın yalnızlıktan çürüdüğünü anlamıştı. Günler geçmeye devam etti, bülbül tamamen iyileşmişti. Ağaç da üstündeki ölü toprağını atmış, kötü görüntüsünden arınmış, mutlu hissetmeye başlamıştı. Bülbülle daha önce tanışmak isteyecek kadar mutluydu. Geç de olsa güzel bir dost edinmişti bu vadide. Bülbül iyileştikçe sıkılmaya başlamıştı buradan. Aynı yerde, bir ağacın dalına bağlı olmak onu resmen boğuyordu. Başka yerlere gitmek, başka ağaçlara konmak, biraz da onların dalında yaşamak istiyordu. Bunu ağaca direkt söyleyemezdi, onca zaman onun sayesinde yaşamaya devam etmiş hatta iyileşmişti. Onu bırakıp gitmemesi gerekirken nankörlük duyguları ağır bastı, kötü günleri unuttu. Hiçbir şey olmamış gibi bir gece ağaç uyurken yuvasını terk etti. Sabahın serin saatlerinde uyanan ağaç, bülbüle seslenip karşılık alamadığında yokluğunu anladı. Başlarda telaşa kapılmayıp yakınlarda bir yerlerde yiyecek bulmaya gittiğini düşündü. Geçen saatlere rağmen bülbülün dönmediğini gördükçe içine yeniden hüzün çökmeye başladı. Saatler yerini günlere bıraktı, günlerce uyumayıp bülbülün dönmesini bekledi ağaç. Gelmedi bülbül, yuvasına geri dönmedi. Söz verdiğinin aksine veda bile etmeden kaçmıştı ağaçtan. Gölgesinden hayat bulduğu ağacı şimdi yeniden ölüme terk ederek hiç düşünmeden kaçmıştı. Ağaç günden güne eski haline bürünmeye başladı. Ölümü bekleyen hali onu yeniden sarıp sarmalamıştı. Bülbül ise kaçtığı geceyi Yılanlı Kilise’nin tepesine sığınarak geçirdi. Yaptığı nankörlüğü hiçe sayıp yiyecek bulmak için sabahı beklemeye başladı. Tatlı ışıltısıyla doğan güneşin ardından bülbül kilisenin etrafında uçmaya başladı. Yere konup yiyecek bulma umuduyla gezindi. Birazcık uğraşından sonra yerdeki taşların kenarında tam yiyecek kırıntısı fark etmişti ki bir yılanın boynundan onu yakalamasıyla çabalamaya başladı. Ne kadar uğraşsa da yılandan kurtuluşu yoktu. Birkaç hamlede yılan onu çoktan midesine indirmişti. Yılanlı Kilise yıllar önce yalan söyleyen, söz dinlemeyen ve bunun gibi hatalar yapan insanlara saldıran yılanlardan adını alırken bugün de burada başka bir yılan, bülbülü tesadüfi cezalandırmıştı. Hayat bulduğu ağacı ölüme terk edip olanların yanına kalacağını sanan bülbül bugün canından olmuştu. Çürümeye yüz tutmuş ağaç da ölüme direnerek, artık yaşaması gerektiğini hatırlatacak sebeplere sığınmak istiyordu.