"Zor tanıdım." diyordu kulağımda çınlayan sesi. "Seneler geçti tabii. Yaşlılık da var. Ama seni görmesem otuz yıl bu kadar zor tanımazdım. Mapus, sürgün çökertmiş bizim filintayı. Şehirdeki rehabilite merkezinde şimdi, gözleri bomboş. Ben zor tanıdım diyorum ya, o beni hiç tanımadı. Hoş, tanıdıysa da ağzını açıp tek kelime etmedi. Hekim dedi ama ne konuşuyormuş, ne de bir lokma yemek yiyormuş. Elinde dedi, bir tahta oyması, parmaklarını kırsan elinden alamazsın. Sürekli yanında taşırmış, ben de gördüm. Anlayacağın durumu hiç iyi değil Ahmet. Otuz sene geçmiş, bırak şu küskünlüğü bak ne halde. Git de bir gör. Eski dosttan düşman olmaz. Kır inadını git."


İki gecedir uyku bana çok uğramıyor. Yavuz'un sözleri bir bir yankılanıyor beynimde. Gökyüzüne bakıyorum, şafak sökmek üzere. Ağır hareketlerle kalkıyorum yatağımdan. Başım ellerimin arasında kalıyorum bir süre öyle. Filinta; Ali. Yıllar geçmişti onu en son görüşümün üzerinden. Artık genç ve eski ben değildim. Yavuz'un sesi çınlıyor yine kulaklarımda, anlaşılan o da eski Ali değildi.

"Zor tanıdım."

Neler yaşatmıştı yıllar ona? Mapus, sürgün? Boş bakan gözler?

Ani bir hareketle yerimden doğruluyorum. Acele etme isteği tüm bedenimi kavuruyor. Güneşin doğmasına dakikalar kala evden atıyorum kendimi. Yutkunsam da geçmeyen boğazımdaki ateş gibi yumruya, sabahın tatlı esintisi de fayda etmiyor. Sarsak adımlarımın yönlendirdiği yolda, bir elma ağacına takılıyor gözlerim.

...


"Ahmet! Hadi in lan. Oğlum bu kadar zor mu ya? Bak şu dala koy ayağını, diğerini de buna. Tamam şimdi ver elini. Korkma düşmezsin. Tutuyorum ben seni düşmezsin güven bana!"

...


Kalbime binen ağırlığın hayretiyle ağaçtan inmeye çalışan hayaletimi izliyorum. Ali dediğini yapıyor ve beni sağ salim aşağı indiriyor. Kendime gelmek istercesine başımı iki yana sallıyorum. "Koca adam oldun, utanmasan yolun ortasında ağlayacaksın." deyip kendimi paylamayı da ihmal etmiyorum. Yoluma devam etmeye çalışıyorum ama ne mümkün! Eskinin topraklı çukurlu, şimdinin ise betonlu yolunda, olmayan bir çıkıntıya dalıyor gözlerim. Hayalet iki bisiklet geliyor karşımdan. Kendiminkini hemen tanıyorum. Yüzümdeki çocukça heyecanı biliyorum, pedala var gücüyle asılan bacaklarımın ağrısını hissediyorum. Diğer bisikletteki Ali'ye kayıyor gözlerim. Ardından onun çıkıntıya takılıp kontrolünü kaybetmesini, yere düşmesini, yüzümdeki korkmuş ifadeyle yanına koştuğumu... Hepsini görüyorum.

Derin bir nefes alıp yoluma devam ediyorum. Nefeslerim adeta ciğerlerime yetmiyor, içimde bir sıkıntı, izahı mümkün değil. Elli yıldır geçtiğim yollar, bir hayalet şehre dönüşüyor gözümün önünde.

...


"Bak sen şu hergelelere! Buraya gelin çabuk! Kaçıncı fidanım bu kırdığınız! O topu patlatacağım bir gün ahdım olsun! Bak hâlâ gülüyorlar. Hele bir daha kırın fidanlarımı, görün bakalım o topa neler oluyor sizi baş belaları!"

...


Münevver teyzenin bahçeli müstakil evinin yerini almış üç katlı beton apartman, acı bir tebessüme sebep oluyor dudaklarımda.

Güneş iyice belli ediyor kendini. Bu sokak hep böyle anı mı yüklüydü? İçimdeki bu sıkıntı hep oradaydı da ben mi yeni fark etmiştim? Kırgınlık demişti Yavuz. Sahi, ben Ali'ye neden kırgındım? Buralardan gidişi miydi beni yaralayan? Kendi hayatının peşinden koşması hatta mahvetmesi miydi? Bulamıyorum ve kafam da almıyor.

Yavaşlayan adımlarımın farkındalığıyla geldiğim yere bakıyorum. Ali'nin yattığı hastane! Güneş tepeye varmak üzere. Yirmi senelik hayatın gözlerimin önünden geçmesinin getirisi, yaşlı ayaklarıma güç olmuştu anlaşılan. İçeri girip odasının numarasını öğreniyorum. İkinci kat, koridorun sonundaki yirmi üç numaralı oda...

Tüm yolun yorgunluğu bir anda üzerime biniyor sanki, oturacak yer arıyorum. Ama ne oturuyorum ne de ileri adım atabiliyorum. Soluklarım kulağıma işkence ediyor. Ufak bir cesarete ihtiyacım olduğu anda Ali'nin hayaleti beliriyor önümde. Yine!

...


"Yapma ama Ahmet! Bu kadar çabuk yorulmuş olamazsın. Az kaldı bak şu iki katı da çıkalım oturacaksın. Söz veriyorum. Tamam hadi tut kolumu. Bakıcılığını yapacağız bugün senin anlaşıldı."

...


Merdivenleri ağır ağır çıkıyorum. Koridor, yürüdüğüm tüm yollardan daha uzun geliyor. Sürüdüğüm ayaklarım, kaplumbağalardan hallice. Yirmi üç numaralı oda tam karşımda şimdi. Kalbim boğazımda atıyor. Kapıyı tıklayan elimin titrekliğiyle hayrete düşüyorum. Ses yok. Bir kez daha... yine ses yok. Dayanamayıp açıyorum. Küçük, havasız ama aydınlık odada, yüzünü cama dönmüş bir bedene tutunuyor gözlerim. Olduğum yerde sarsıldığımı hissediyorum. Sessiz adımlarla yanına ilerliyorum destursuz. İlk gözleri çekiyor dikkatimi. Yavuz halt etmiş diyorum içimden. Tanınmayacak ne var? Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği bir simayı nerede görsem tanırım. Hem boş da bakmıyor gözleri. Dizlerim artık daha fazla bedenimi taşımıyor ve ben tam Ali'nin önünde diz çöküyorum. Yanaklarımı yakıp geçen yaşların rahatsız edici hissiyatlarıyla "Ali?" diyorum. Gözleri aralıksız bana bakıyor. Anlamını çıkaramıyorum ama kesinlikle boş bakmıyor. "Hey gidi Ali'm! Hey gidi dostum!" kelimeler boğazıma diziliyor ve susuyorum. Tepki vermesi ihtiyacıyla tutunduğum ellerindeki tahta oyması çekiyor dikkatimi. Ve bir kez daha sarsılıyorum. "Ah" diyorum "Ah benim vefalı dostum. Otuz senedir bunu hiç mı ayırmadın yanından? Bu ahmak Ahmet kendininkini kaybedeli yıllar oldu da, sen hâlâ saklıyor musun?" Hıçkırıklarımın önünü alamıyorum. Bir kelime etmesi için ayaklarına kapanmaya razıyken, gözlerinden düşen bir damla yaşa tutunuyor ümitlerim.

"Ahmet."

Zaman birkaç saniye değerini kaybediyor bu küçük odada.

"Ahmet"

Fısıltı gibi çıkan çatallı sesi, otuz yılın bu özlemle nasıl geçtiğini sorgulatıyor bana. Hıçkırıklarımın arasından bulduğum fırsatla, "Benim ya" diyorum. "Benim."

"Kayıp mı ettin?"

Ne dediğini algılamaya çalıştığım birkaç saniyeye ihtiyaç duyuyorum. Ardından gelen farkındalıkla, gözyaşlarıyla bir kahkaha patlatıyorum semaya. "Dostun vefasız çıktı Ali'm. Kaybettim affet. Ama sen bir tane daha yaparsın bana. Bak bu defa kaybediyor muyum?"

Umutla baktığım yüzünde bir tebessüm yakalıyorum. Kalbim göğüs kafesimde patlamak üzere ama hareketlerim artık daha sakin. Dizlerimin üzerinden doğruluyorum ve bir iskemle çekiyorum dostumun yanına. Açtığım camdan giren taze bahar havası dolduruyor ciğerlerimi. Kırgın tebessümüyle bana bakan Ali'ye, ardından da güneşli bahar manzarasına çeviriyorum bakışlarımı.

Bir yirmi seneye daha söz veriyorum içimden; beraber geçecek. Bir yirmi sene daha...