Yıllardır görüşmemiştik ve yıllardır ayrılmamış gibiydik.


Önce çay içtik, acıydı ama ucuzdu. Daha pahalı bir çay içebilirdik ama orası, ilk kez öbürleri duymasın diyerek aynı anda sigara paketini çıkardığımız çay ocağı olmazdı. Bardaktan deterjan kokusu da gelmeyebilirdi ve çayın yanındaki fiyatı üçe katlayan tarçınlı kurabiyenin kokusunu da alabilirdik. Ama üniversitenin yemekhanesi hiç tarçın kokmazdı. Önümüzdeki adamın terden sırılsıklam olmuş ve tuz izleri belli olan tişörtü yerine bir güzelin pürüzsüz omzunu görebilir, parfümünü hissedebilir, adamın öksürükleri yerine şen kahkahalar duyabilirdik. Ama bunlar evimize gelen arkadaşların kendileriyle birlikte getirdikleri ter kokularını, sigara dumanından birbirimizi göremediğimiz batak akşamlarını hatırlatmazdı.


Sonra kahve söyledik. Hem de çayın iki katı fiyatına. O zamanlar kahveyi sadece burs aldığımız günler içerdik. Önce kararsız kalır, sonra bir daha o günün gelmesine bir ay olduğunu düşünüp bir daha mı geleceğiz dünyaya der ve kahve söylerdik. Şekersiz. Bazen şekerli isteyenler olursa “Ne o öyle? Kız gibi...” derdik. Arabesk dinliyorduk çünkü dertler bizim, çile bizimdi. O anda hemen iki sokak aşağıda tarz müzik dinleyerek kahvenin üstüne çizilen çiçeğe de bakabilirdik aslında ama amfinin sıralarına kazıdığımız şifrelerin yerini tutmazdı o çiçek.


Hesabı ödeyip kalktık. Annelerimize ve babalarımıza teşekkür ettik gıyaplarında. Zira onların dolmuşa binmeyip yürüdükleri için içebildiğimiz çayları yeniden içmiştik.


Hemen iki sokak aşağıya doğru salındık. Şehir değişmişti. O zamanlar sola dönersek paramızın yetmediği lokantalar, sağa dönersek karnımızı doyurduğumuz büfeler vardı. Yine sağa döndük. Artık tüm sokak pahalı dükkanlarla dolmuştu. O zamanki halimiz olsa sanırım sola bakar, sağa bakar, sonra tekrar sola bakıp umutsuzlukla geriye dönerdik. Aslında tanıyamıyorduk sokağı ama beynimizin en dibinde bir yerlerde arka fonda yirmi yıl öncesinin film gösterimi yapılıyordu ve bu yüzden tedirgin olmak yerine huzurla yürüyorduk. Aynı ritimle, şehir de sokaklar da hiç değişmemiş gibi yürüdük.


Geçmişteki pişmanlıklardan, doğru kararlardan, olası şeylerden, olmaması muhtemel şeylerden, aklımıza gelen her şeyden bahsettik. Sadece ondan bahsetmedik. Konu ona gelince yüzünü kireç basar, tedirginleşir ve adeta onun ismini üç kez söylerse yanımızda peyda olacağını düşünür, konuyu değiştirirdi. Bilirdim, bir yandan konuşmak istediğini ve bu peyda olma fantezisinin gerçekleşmesini ne kadar istediğini ama ne kadar da çok korktuğunu. O birden memleketine dönünce bir anda yapayalnız kalmıştı. Biz vardık ama bir tarafı kimsesizdi. Bunu da bilir o yüzden üstelemezdim. O günse benim aklımda sürekli “Konu ona gelecek mi?” sorusu olmasına rağmen adeta doğal bir şekilde bahsi geçmeyince gerçekten unuttu sanırım demiş ve sevinmiştim.


Artık otobüs durağına geldiğimizde bir köpek geldi yanımıza. İkisi de köpekleri severdi. Köpeğin kulaklarının biri ve kuyruğu kesikti. Dizini asfalta doğru eğip köpeği sevdi. Köpek mutlu gibiydi ama olmayan kuyruğunu sallayamıyordu. O yüzden tam da anlaşılmıyordu ne hissettiği. Sevmesi bitince köpek birden patisini uzattı. Teşekkür ediyordu adeta. “Pati verme eğitimini kim verdiyse çok iyi vermiş.” dedi ve “Çok sevmiş ama sonra terk etmiş, hayvan!” diye ekledi. Sonra kendi kendine mırıldandı. Belli belirsiz “Sen aslında sadece şehir değiştirmedin” dediğini duyabildim.


Bir şey demedim, bence günümüz çok iyi geçmişti ve öylece bitecek ve en kısa sürede tekrar bir araya gelecektik.