Buhran... Bu kelime bana hep trenlerle bir alakası varmış gibi hissettirir, buhurdanlıkla olan fonetik yakınlığından olsa gerek. Konuştum kendisiyle, neticede sözlük komşusuyuz, biz kırk kelimeyiz, birbirimizi biliriz dedi. Ve tabii yeterince konsantre olmadan söylendiğinde Burhan şeklinde bir isim bile koymuş olabilirsiniz bu kelimeye, gerçekten bu niyetteyseniz en azından üç defa tekrarlamanızı öneririm, isim töreninin kabulü için. Buhranın buhurdanlıkla olan münasebetine elimde bir burhan bulunmakla birlikte trenin yakasına bir buhurdanlık iliştirmemi herhangi bir kanıt sunmadan geride bıraktığımın farkındayım.

Geride bir kanıt bırakmadan kusursuz bir cinayete kurban gittiğini söylemiyorum bu kelimenin ve fakat aksini ispata dair de bir kanıtımız yok. Her neyse.

Eminim bir sebep sunmak ya da bulmaksızın geride bir şeyler; yani bir insan, bir kitap, bir yalan, bir şehir bırakmayan hiç kimse yoktur bu satırlara göz ucuyla bile olsa dokunanlar arasında. Öyleyse biraz daha sokulun, anlatacaklarım var. Belki de anlatacaklarım gerçekten var olsaydı bu noktaya değin kendilerine değinmiş olmalıydım çoktan. Elleriyle bir sandığın bağrını deşenler anlayacaktır neler hissettiğimi, orada olduğu zannedileni bulmak için halihazırda orada olanları savurup atmak lüzum eder bazen. Çünkü bazen sandıkların kıyısına vurmamıştır aranan. Olanı yok kılmak pahasına olmayanı var etmeye çabalarız. Ne diyorduk; geride kalanlar, sebepsiz.

Bazen sebepler sandığın o kadar altındadır ki, sandıktan uzaklaşmak daha az yorabilir bizleri sandıkta boğuşmaktan. 

Sandıkta boğulanlar, sandıkla boğulanlar kadar şanslı değiller ve fakat sandıkla boğulanlar bu sıfata sahip olabilmek için, sandıkta bulunanlara muhtaç olduğunu hiç bilmeden ölecek. Siyasi bir gönderme yaptığım sanılmasın, illa ki sanmak isteyenlerse mümkünse içlerinden sansınlar. İçen içsin karışamayız.

Karışmayız karışmamamız gereken karışıklıklara, öyle gördük kırışıkları bizden bir adet bile fazla olması durumunda büyük bir saygıyı hak ettiğini sandığımız kırışıklardan. Kırışıklıkları birbirine karışan insanların sözlerinin karışıklıklarından kırışan çocukların düşüncelerinden dikkate değer şeyler düşündüklerini ne söyleyebilir ne de reddedebiliriz, en azından bu satırların yazıldığı coğrafyada. Çünkü burada kırmızı pazartesiler öyle kızarmış öyle kızarmışlardır ki, salılar ve çarşambalar ve hatta perşembeler bile kırmızıdırlar artık bu topraklarda. Halbuki insanların yanakları çocukluk ve dondurucu soğuk dışında kolay kolay kızarmaz. Bazı şehirler öylesine soğuktur ki, döndürücü kelimesinin noktaları donarak can vermiş ve biz sebepsiz yere gidişlerden birine daha şahit olmuştuk 8 noktayı peşi sıra toprağa vererek, mezarlıkta kan dondurucu bir hüzün... 

Kazaklarının ense köküne tekabül eden yerlerinde, terlerinden hayal meyal okunan bir "sıcakta yıkamayınız" ibaresi iliştirilmiş ve zaten kazakları ekseriyetle eşlerinin ellerinde yıkanan adamların tam alnına "soğukta bekletmeyiniz" yazmayan annelerinin omuzlarında Katibin Kiramı vebalden salıncak kuradursun, ceplerindeki ellerinde alınacaklar listesiyle kabir azabının hapis cezasına çevrilmesinin söz konusu olmayan kısmını; alışveriş bitiminde fişin en altında ceplerindeki listenin karşılık geldiği ücretin yüzde on sekizini oluşturmak üzere bizzat ilgili kurum ve kuruluşlara ödemişlikleri vardır. Üstelik omuzlarında bu durum her salisesiyle kayıt altına alınmıştır, yani en azından market çıkışı "Allah görüyor" deyişinden alınan yazıcı meleklerin "biz neciyiz burada" demek suretiyle greve gitmedikleri ön kabulüyle.

Hayatın bir yenilgiden ibaret olduğu ön kabulünü hiçe sayıp, birkaç milyon spermle olan yarışta elde edilen şampiyonluğu kutlamak adına düzenlenen, adına hayat denen yarışın ikinci ve son turunda bu defa birkaç milyar insanın katıldığı bu etkinliği birkaç milyar yıldır henüz kazanan olmamasına karşın, bu mücadeleyi sürdürmeye uğraşan eski şampiyonların yanında, yol kenarına oturup, bir sigara yakıp denizi izleyen, yarışma hakkından feragat etmesi gerektiğinin farkına varabilmişler de yok değildir. Çünkü bu yarışta yolun sonuna varabilmek ne marifet ne de mümkündür. Marifet, yolun sonunu ayağına getirebilmekte yani yolun sonuna varmak değil; sonun bizzat senin yoluna ve yanına varmasıdır. Gitmekle bitmeyen, bitmekle gidiverir çünkü. 

Yenilgiyle doğup, yenile yenile daha güzel yenilmeyi başaranlar yani zahirde yenilenler batında kazanıyor sanılmasın, ahirde ve zahirde yenilmeyi kabul edenler de yenik sayılmakta bu yarışa başladıkları için. Çünkü bu yarışın kazananı yok, en sonunda yenilenler ve daha güzel yenilenler yazılacak kara tahtaya, akabinde bir mezarın baş kısmına, toprağa sımsıkı saplanıp dikilmek üzere.

Beni soracak olursanız, ben yenilmedim ama beni de yediler.