Mustafa Kemal Atatürk o gün İzmir'deydi...
Haberi aldığında İzmir’deydi. Yorucu bir gün geçirmişti. O gün Buca’ya gitmişler, dönüşte İzmir Millî Kütüphanesini gezmiş, kitapları incelemiş, kütüphane hakkında bilgi almıştı. Bankaları, arkasından İncir Kooperatifi’ni ziyaret etmişti. Akşam CHP’nin Karşıyaka’da vereceği baloya katılacaktı ki. Bursa’daki olayı duydu. (Özel Şahingiray, Atatürk’ün Nöbet Defteri, 1955).
Vali Bey, olayın pek de büyütülecek bir yanı olmadığını anlatmaya çalışıyordu:
“İki gün önce, 1 Şubat Çarşamba günü, Bursa Ulu Cami’den çıkan 100 kadar kişi, ‘ Ezan her yerde Arapça okunurken, neden bir tek Bursa’da Türkçe okunuyor? ‘ diye bağırarak Müftülüğe doğru yürüyüşe geçmişler. Meraklıların da katılımıyla kalabalık giderek büyümüş. Müftü, bu konuda talimat alındığını, Ezanın yalnız Bursa’da değil, her yerde Türkçe okunduğunu, asıl yanıtı Vali’nin verebileceğini söyleyince de, kalabalık Hükümet Konağı’na yürümüş. Makamında olmayan Vali’yi beklerlerken merdivenlere oturmuşlar, sonra da polisin müdahalesiyle, bir olay çıkmaksızın dağılmışlar.”(Kocatürk, 1973)
Vali’yi dikkatle dinliyordu. Sonra yüz hatları gerildi… çelik gibi bir ses tonuyla talimatını verdi:
“Başvekil Paşayla temas kurun, bana Afyon’da katılsın! Tren hazırlansın, bu gece Bursa’ya hareket ediyoruz. Balo’ya gitmeyeceğim ama balo yapılsın.”
Hava birden değişmiş, ortalık buz kesmişti. Antalya’da bulunan İsmet Paşa’ya talimat iletildi ve sabaha karşı 03.30’da Atatürk beraberindekilerle İzmir’den Afyon’a doğru yola çıktı.
Hedef Bursa’ydı.
Oysa, daha iki hafta önce gene Bursa’daydı. (17.1.1933). Çok sevdiği ve sık geldiği Bursa’da her zamanki gibi Valiliği, Belediyeyi, Komutanlığı ziyaret etmiş, şehirde tetkiklerde bulunmuş, son gün de İpekiş Dokuma Fabrikasını gezmişti. Hatıra defterine yazdıklarında içtendi.
”İpekiş Fabrikası’nda gördüklerimden çok sevinç duydum.”
Nerede bir fabrika açsa, çocuklar gibi şenlenir, mutlu olurdu. Çünkü fabrika demek, üretim demek, kalkınma demek, teknoloji demek, istihdam demekti, iş-aş demekti…
Ama bu kez bu ani gidişinden hiç de mutlu olmadığı yüz ifadesinden belliydi. 15 Ocak’tan beri seyahat halindeydi. Önce Bursa’ya gelmiş, sonra Bandırma, Balıkesir, Kütahya, Afyon ve Konya’yı ziyaret edip, Adana’ya kadar gitmişti. (25 Ocak). Oradan Gaziantep, sonra tekrar Adana, nihayet Mersin. (28 Ocak 1933). Buradan Gülcemal Vapuruyla Antalya ve İsmet Paşayla buluşma. Daha sonra da Fethiye ve Marmaris üzerinden İzmir. (31 Ocak 1933). (Şahingiray,1955).
İsmet Paşayla baş başa…
Ve işte şimdi de sabaha karşı Afyon’da Başvekil Paşayla baş başaydı. İstasyondaki uğurlama merasimini kısa tuttular ve hemen kompartmanlarına geçtiler. Tren bir an önce Bilecik'e varmak ister gibi karanlığın derinliklerinde yoluna hızla devam ederken, Bursa’da olanları giderek hiddetlenen bir ses tonuyla başvekiline anlatmaya başlamıştı bile.
İyi ama, İsmet Paşa’nın bu olaydan haberi elbette vardı fakat doğrusu bu kadar telaş edecek bir olay gibi de görmemişti olanları... Ama Atatürk öyle bir döküm yaptı ki, Başvekil Paşa'nın da çok geçmeden suratı asıldı. Atatürk’ü dinleyince hak verdi, çünkü bir noktayı çok kötü atlamıştı. Aslında herkes atlamıştı. Atatürk hariç…
Afyon’dan Eskişehir’e kadar Başvekil’e içini döktü. Özellikle Serbest Fırka günlerinin geri gelmesinden endişeliydi, bu konuda İsmet Paşa’ya özellikle idarecilerin kayıtsızlığı konusunda yakındı. Eskişehir’e gelince İsmet Paşa Ankara’ya gitmek üzere ayrılırken, Atatürk Bilecik'e doğru yoluna devam ediyordu.
Afyon-Eskişehir arasında ne konuştular? 1928-1933 arasında olup biten her şeyi
Türkçe Ezan...
Dışarıda gün hafif hafif ışıyor, Eskişehir’e yaklaşıyorlardı. Atatürk, nihayet asıl konuya gelebilmişti. Kendisini en çok endişeye sevk eden meseleye: Ezanın Türkçe okunması meselesine.
Geçen yıl tam da bu günlerde çok cesur bir karar daha almıştı. Verdiği talimat üzerine 23 Ocak 1932 günü Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar (Okur), İstanbul’da Karaköy’deki Yer altı Camii’nde Cuma namazından sonra ilk kez Yasin Suresi’ni önce Arapça, sonra Türkçe okumuştu.
Yer yerinden oynamıştı ama Hükümet en ufak bir zaaf göstermemiş, uygulama sürüyordu. Aradan sadece 10 gün kadar geçmişti. 3 Şubat 1932 günü Kadir gecesiydi. Ayasofya’da yatsı namazından sonra aralarında bir çok tanınmış hafızın bulunduğu Mevlidhan Heyeti, önce Mevlid ve arkasından Kur’an okumuşlardı. Türkçe olarak.
Radyodan yapılan canlı yayın bütün ülkede büyük yankı yapmıştı. Ankara’da Atatürk heykelinin yanına monte edilen hoparlörden de halka dinletilen bu yayını, Ankaralılar, kar altında dinlemişlerdi. Türkçe Kur’an değişik İslâm ülkelerinden de değişik tepkiler almıştı. Kimi çevreler bunu “dinsizlik” olarak değerlendirirken, bazıları da olumlu karşılamıştı. İki gün sonra da, 5 Şubat’ta Süleymaniye Camii’nde ilk Türkçe “hutbe” okunmuştu. (Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, 1973).
Yoksa, rövanş mı?
Aradan tamı tamına bir yıl geçmişti. İşte bugün de günlerden 5 Şubat’tı. Bursa olaylarını İzmir’de haber aldığında ise 3 Şubat. Acaba tam da bu yıldönümü günlerinde geçen yılki bir şeylerin rövanşı mı alınıyordu? Bu olaylar bir rastlantı mıydı, yoksa organize olmuş bir takım çevreler Cumhuriyet’e bir mesaj mı vermek istiyorlardı? Atatürk’ün olayın üzerine hızla gitmesinin sebebi buydu. Başbakanını yanına almış, İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanını da Bursa’ya çağırtmış, devrimi yapan adam, yaptığı devrime sahip çıkıyordu.
İsmet Paşa Eskişehir’de ayrıldıktan sonra, kızgınlığı hâlâ geçmediği için, beraberindekilere yakınmaya devam etti:
“Bir devrim yapıyoruz, oyun mu oynuyoruz? Toplumu bir yerden bir yere taşımak istiyoruz, yasalar çıkarıyoruz, gericiler karşı çıkıyor. Hakimi, polisi, savcısı seyrediyor. Benden ne yapmamı istiyorsunuz, oturup beklememi mi?”
Orada bulunan gazetecilerden ve tarihçi Nizamettin Nazif Tepedelen, ilerde o günleri işte böyle anlatacak ve ekleyecek:
“Öylesine kabına sığmaz bir hali vardı ki makiniste haber gönderdi:”
-Niye böyle yavaş gidiyoruz, daha hızlı, daha hızlı!’
Sabah saat 05.00’te Bilecik'e geldiler. Burada trenden inildi, bekleyen otomobillere binildi ve saat 09.30’da olay mahalline, hızla Bursa’ya geldi. (Önder, 1998). Doğru Vilayet’e gidip olaya el koydu. Meseleyi kavramıştı. Olay, korktuğu ölçüde planlı, örgütlü bir olay değildi. Buna rağmen, sayıları az da olsa birilerinin Cumhuriyet’e hesap sorarcasına Vilayete gelip taşkınlık yapmalarına görevlilerin sessiz kalışını kabul edemiyordu. Bu eylem Cumhuriyet yasasına aykırıydı, buna karşın kimse tutuklanmamıştı. Bu kabul edilebilir değildi.
Ertesi gün 6 Şubat. O gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de Bursa’ya geldiler. Yapılan incelemeler sonucunda, olayda ihmali görülen Savcı Sakıp Bey, Sulh Ceza Hakimi Hasan Bey ve Bursa Müftüsü Nurettin Bey görevden alındı ve 15 kişi tutuklandı..
Aynı gün Anadolu Ajansı’na resmî demecini verdi:
Resmî Demeç
“…Bursa’ya geldim. Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında fazla önemi haiz değildir. Her halde cahil mürteciler, adaletin pençesinden kurtulamayacaklardır. Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dini siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsaade etmeyeceğimizin bir defa daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır.” (Cumhuriyet, 7 Şubat 1933), (Reşit Ülker, Atatürk’ün Gizlenen Bursa Nutku, 2008).
O gün akşam Gülcemal Vapuruyla İstanbul’a dönecekti. Hareket saati 19.30’du, fazla vakti yoktu ama yine de Çekirge Köşkü’nde bir yemeğe katılmayı kabul etti. Bu, her zamanki bildik ziyafetlerden değildi. Belliydi ki olayın utancını taşıyan bazı Bursalı yöneticiler, olayı yumuşatıp gönlünü alma çabasındaydılar. Aslında o gün biri Belediye Meclisi’nde olmak üzere iki yerde daha konuştu. Söyledikleri birbirini tamamlıyordu. İrticaya karşı uyanık olunmalıydı. Bu konuda gençliğe çok iş düşüyordu. Devrime sahip çıkma hususunda her şeyi İdare’den beklemek olmazdı.
Çekirge’deki salonda gençler çoğunluktaydı. Masada ise 15 Ocak’tan beri kendisine refakat eden arkadaşları: Kılıç Ali, Saffet Bey, Nuri Conker, Salih Bozok, Hasan Cavit, Sami Bey, Kâzım Bey, Mümtaz Bey, Avni Bey, Şahap Bey ve Ferit Bey. Vali Fatin Bey, Belediye Başkanı Muhittin Bey. (Özel Şahiniray, Atatürk’ün Nöbet Defteri, 1955).
Daha sonraki gelişmelerden öğreniyoruz ki, Bursalı gazeteciler, Rıza Ruşen Yücer, Musa Ataş, heyetle beraber olan gazeteci Nizamettin Nazif Tepedelenli de oradadırlar. Atatürk’ün Yaveri Cevdet Tolgay da olaya tanık olanlardandır. Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak sofrada değil, yan odada işiyle meşguldür. Atatürk’ün burada yaptığı konuşmayı aynı gün Yaver Cevdet Tolgay’dan dinleyecek ve bunu ilerde Falih Rıfkı Atay’a anlatacaktır. (Bu tanıklar konusuna tekrar döneceğiz).
Seyahatin başında ve İzmir’e kadarki bölümünde Celal Bayar da heyetin içindedir ama Bayar Afyon’da gruptan ayrılmış, bu kez Antalya’dan gelen İsmet Paşa heyete katılmış, Eskişehir’de de O Ankara’ya gitmek üzere ayrılmıştır. (Bazı kayıtlarda Bursa’ya geldiği yazılıdır.) Ayrıca Bursa’ya bugün gelen vekiller, Şükrü Kaya ve Yusuf kemal Tengirşek de elbette masadadırlar.
Konuşulan konu günün konusudur: İrtica ve devrimler.
Gençlerden biri…
Gençlerden biri ”Bursa Gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü...”demeye kalktı, olanlar oldu. Atatürk elinden çatalı, bıçağı bıraktı, arkadaşları vücut dilinden fırtınanın yakın olduğunu anlamışlar, onlar da yemeğe ara vermişlerdi; gözlerini gence dikti ve adeta gürleyerek, sonradan “Bursa Nutku” olarak bilinen sözleri bir çırpıda söyleyiverdi:
“Bursa Gençliği de ne demek? Memlekette parça parça, yer yer gençlik yoktur! Sadece ve toplu olarak Türk Gençliği vardır. Türk Genci, inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılapları benimsemiştir.”
Sofrada soluk alınmıyordu. Herkes pürdikkat Atatürk’ü dinliyordu. Bir devlet başkanı olarak öyle noktalara değinmişti ki, yarın bu söylediklerine kendisi de hedef olabilirdi ama bundan kaygı duymuyordu, yeter ki Gençlik beklediği gençlik olsun. İşte ancak o zaman Cumhuriyet’in sonsuza değin emin ellerde olacağına inanıyordu ve işte ancak gençliğe duyduğu bu güven O’nu rahatlatıyordu. Gençliğe sonsuz kredi tanıyordu. (Ülker, 2008).
Çok ileriki yıllarda değerli bir akademisyen, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, bu konuda şöyle yazacaktır: “ Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen ama gençliğe böylesine sınırsız bir güven besleyen, böylesine “çek veren”, gençliği böylesine “son çare” olarak gören bir devrimci yoktur. Ve Atatürk, hem gelecek iktidarlar, hem de gençlik konusunda yanılmamıştır.” (Kışlalı).
Sofrada not alınmadı…
Atatürk konuşurken sofradakiler not almamışlardı. Nutkun metni o yüzden “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” arasında yoktur ve basına da verilmemiştir ama bu da söylenmediği anlamına gelmez. Uzun yıllardır Atatürk’ün sofrasında İsmet Paşa’nın uygulattığı bir sistem vardı: Sofrada konuşulan sofrada kalırdı. Hele sofrada içki servisi varsa. Aksine durumlarda bu (yani not tutulabileceği) baştan belirtilirdi ve o zaman isteyen herkes not tutabilirdi. Nelerin basına verilip topluma aktarılacağı veya aktarılmayıp sofrada kalacağının takipçiliğini de İçişleri Bakanı (aynı zamanda Parti Genel Sekreteri) Şükrü Kaya yapardı.
Hiçbir memleket meselesinin görüşüldüğü sofrada içki içilmemişti. Bu da sofranın yazılı olmayan kurallarındandı. Sofranın konusunu belirleyen Atatürk olduğu için, misafirler daha yerlerini alırken garson Cemal Granda’nın da, Şef garson İbrahim’in de gözü Atatürk’te olurdu.
“İçki servisi yapılsın.” talimatı verilmişse, gecenin biraz daha sakin geçeceği anlaşılırdı.
Oturma düzeninde de bir disiplin vardı. Atatürk’ün sağ başındaki koltuk, İsmet Paşa’nındı. Mareşal sofrada konuksa, hiçbir şekilde sofraya içki servisi yapılmaz ve sağ başta Fevzi Çakmak, bu takdirde sol başta İsmet Paşa otururlardı. Atatürk Mareşale daima” hocam” diye hitap eder ve yemek sonrasında Atatürk bir tek Mareşali dış kapıda arabasına kadar gelerek yolcu eder, ona büyük saygı gösterirdi. Bu, Genelkurmay Başkanı’na özel saygı, Atatürk’ün yaşam biçimiydi. Onun için, tek bir istisnasız, yaşamı boyunca da bu saygıyı hep gösterdi. (Cemal Granda, Atatürk'ün Uşağı İdim, 1973)
Genelkurmay Başkanı’na Saygı…
Mareşal Çakmak Genelkurmay Başkanı, Atatürk ise Cumhurbaşkanı, yani cumhurun başı, devletin başı. Uzun yıllar İnönü de Başbakan. Genelkurmay Başkanı anayasal bir kurum olarak hep onlara bağlı ama aralarındaki ilişkinin düzeyi işte buydu ve benzer düzeyi bütün başbakanlar gözetmek zorunda kalmışlardır. Çünkü onların hepsi Atatürk’ün “rahle-i tedrisi”'nden (eğitiminden) geçmişlerdi. Şimdiki siyasilerimizin her birinin bir aslan kesilip, kimi satılmış basının satılmış yazarlarıyla kol kola, gerici tarikat-cemaat taifesinin koruması altında, Genelkurmay Başkanlığını hedef alarak, üstelik bunu güya “sivil yönetim” ve “demokrasi” gibi yüce amaçlar için yapıyor pozuna bürünerek sürdürdükleri iğrenç kampanya var ya! .İnsan Atatürk dönemine bakıyor da, gerçek devlet adamlığının ne kadar farklı bir şey olduğunu o zaman bir kez daha anlıyor.
Biz sofraya dönelim:
Eğer Atatürk, topluma bir mesaj verecekse, o konuşma mutlaka not edilir ve gözden geçirildikten sonra gitmesi gereken yere gönderilirdi. Anadolu Ajansı’na verdiği demeçler böyledir. Gazetecilere demeç veriyorsa, söyleyeceğini doğrudan söyler ama özellikle dış politika konusunda gazetelere makale göndermişse, zaman zaman gönderdiklerini ertesi gün tekrar gözden geçirip, düzeltmeler yaptığı görülür. O yüzden baskıya girmezden önce hep bir son kontrol söz konusudur ve bu konularda Falih Rıfkı (Atay) frenleyicisi ve yardımcısıdır. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1973).
Hatay Meselesi konusunda Kurun Gazetesi’nde, gazetenin başyazarı Tarık Us imzasını kullanarak yazdığı on dört makalede kullandığı üslup son derece kırıcı ve agresiftir ve bunlarda daha çok bizzat hükümeti yani İnönü’yü eleştirmektedir ama bu Fransa’ya karşı sürdürdüğü bir taktiktir.(Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar, 1973).
Sofrada mutlaka kara tahta ve her misafir sandalyesinin önünde not tutmak için bir kalem ve bir defter bulunur. Konuşulanlar not edilsin diye ama bir konuşma masada kalacaksa, bu da açıkça belirtilir, o zaman not tutmak da yoktur.
Atatürk’ün Bursa Nutku’nun kimi çevreleri rahatsız etmesi son derecede normal ve anlaşılır bir durumdur ama böyle bir Nutkun hiç söylenmemiş olduğunu iddia edip, hele bunu kanıtlamaya çalışmak olanak dışıdır.
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”
Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”
Sonuç olarak, yukarıdaki uydurma söz değil ama
“BURSA NUTKU” vardır ve Atatürk bu Nutku tam da bu günler için söylemiştir.
Dr. Orhan Çekiç
KAYNAKÇA:
1. KOCATÜRK, Utkan, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, 1973.
2. ŞAHİNGİRAY, Özel, Atatürk’ün Nöbet Defteri, 1955.
3. GÖZE, Ayferi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Devrim Tarihi, 2000.
4. ÖNDER, Mehmet, Atatürk’ün Yurt Gezileri, 1998.
5. ÜLKER, Reşit, Atatürk’ün Gizlenen Bursa Nutku, 2008.
6. KIŞLALI, Ahmet Taner, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi,2001.
7. GRANDA, Cemal, Atatürk’ün Uşağıydım, 1973.
8. ATAY, Falih Rıfkı, Çankaya,1973.
9. SOYAK, Hasan Rıza, Atatürkten Hatıralar, 1973.
10. KEMAL, Gazi Mustafa, Nutuk, 1928.
11. ATEŞ, Toktamış, Türk Devrimi, 2003.
12. YÜCER, Rıza Ruşen, Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra, 1947.
13. İNCEOĞLU, Yasemin, Dezenformasyon’da Süreklilik, 2009.
14. GRANDA, Cemal, Atatürk'ün Uşağı İdim, 1973