John Fowles’ın 20. yüzyılda İngiliz dilinde yazılmış en iyi yüz eserden biri olan bu kitabında, ana karakter, Nicholas Urfe ile Londra’nın kasvetli, gri havasından çıkıp Yunanistan’ın güneşli ferah atmosferine adım atıyorsunuz. Sonu çok beklediğim gibi olmasa da iyi ki okumuşum dediğim kitaplardan biri oldu.
Kitabı okurken, etkileyici ve güçlü betimlemelerin yardımıyla, Urfe’nin zihnindeki ya da görüşündeki tüm labirentlerden siz de geçiyorsunuz. Onun kendini bulma yoluna eşlik ederken yer yer, bu labirentlerde, kendinizle de karşılaşıyorsunuz. Kitabın en güzel yanı ise, bu yolculukta karaktere eşlik ederken, aşk, insan zihni, kadın erkek ilişkileri, Tanrı ve özgürlük kavramı üzerine düşünmenizi sağlaması.
Conchis ve Urfe’nin hafta sonu buluşmalarında, verandadaki sohbetlerini ben de onun gibi can kulağıyla dinledim. Mesela ırkçılık ve kötülük hakkında “asıl trajedinin bir adamın kötü olmaya cesaret etmesi değil, milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret etmemesidir” diyerek, aslında parmakla gösterdiğimiz kötülüğün karşısına hangi eylemlerle çıktığımızı sorgulamamı sağladı. Kendimizi gerçekleştirme yolunda, aslında kendimizi olduğumuz gibi kabullenmemizin ve kendimizi tanımamızın, her zaman ne olmamız gerektiğinden daha önemli olduğunu öğretti. Kahkahaların özgürlükten geldiğini ve insanın özgür olduğu için gülebildiğini, ancak ve ancak, bütünüyle önceden belirlenmiş olan bir evrenin gülümsemesiz yapabileceğini söyledi ve ekledi;

“Özgürlüğü anladıkça ona daha az sahip olursun”