Zaman algısını yavaş yavaş kaybediyordu. Her gün sanki birbirinin aynısıydı. Bir diğer güne geçtiğini, aydınlık ve karanlığı takip ederek algılayabiliyordu. Ancak gece ya da gündüz olmasının onun nezdinde bir anlamı da yoktu. Kimi zaman derin bir sessizlik içinde, kendi nefesini dinliyor kimi zaman uğultular ve bağrışlardan kendi nefesini bile duyumsayamaz oluyordu. Fakat bulunduğu yer neredeyse hiç değişmiyordu. Karanlık, dört duvar, hiçbir eşyanın dahi olmadığı büyük bir oda. Pek çok defa dışarı çıkmak için çabalamış ancak bir çıkış yolu bulamamıştı. Odanın duvarlarında binlerce kelime, binlerce suret, binlerce obje vardı. Sözcüklerin hepsi kurşun kalemle yazılmıştı ve çoğu tam olarak seçilmiyordu. Sonuç olarak bir kısır döngünün içinde hapsolmuştu. Ellerini başının arasında alıp, her zamanki gibi kafasını toplamaya çalıştığı bir gecede karanlığın içinde bir parlaklık gördüğünü sandı. Dikkatlice bakınca bu parlaklık saçan siluetin bir geyik olduğunu fark etti. Mavi bir geyikti bu. Sanki başka bir gezegenden yanına gelmişti. Ona doğru uzandı ve geyiğe dokunmak isterken mavi ışığın içinde kayboldu. Şimdi, ışık huzmelerinin aydınlattığı bir ormanın ortasındaydı. Dört bir yanında birbirinden güzel ağaçlar ve otlar vardı. Kuş sesleri ve rüzgârın tatlı esintisi uzun zaman sonra onu mest etti. Gözlerinin bu doğal ışığa alışması biraz zaman aldı. Uzun zamandır penceresi ve kapısı bile olmayan ve yapay olarak ışıklandırılan bir odadaydı. Orada bulunduğu süre içinde iyi-kötü tüm taraflarıyla yüzleşmiş ve farkındalık kazanmayı başarmıştı. Her şeyi kabul etmiş olmanın hafifliği vardı üzerinde. Üstelik her şeyi kabul ettiği anda, kısır döngüden kurtulmuş, zihnindeki tüm kargaşayla yüzleşmiş ve en sonunda gerçekliğe kavuşabilmişti. Bu sayede küçücük bir odadan çıkıp, büyülü bir ormana ulaşmıştı. Kendisini gerçekliğe ulaştıran bu geyiği takip ettiği için oldukça şanslıydı. Şimdi zihni, karanlık bir odaya döndüğü her an o geyiği hatırlayacak ve aydınlığa kavuşacaktı.