"Bazen farkına varmadan niçin masalın hayat, hayatın da masal olmadığına üzülürdü."

Oblomov, İvan Gonçarov



Neon polis farları içinde idamlanıyorum. Bu hikâyeyi size anlattığıma göre ölmedim ama bu yaşadığım anlamına da gelmez. Olay şöyle cereyan etmişti hayat şalterlerime:

Hafta içleri her gün yaptığım gibi saat 17.00'de işten çıkmıştım. Elimde muhasebe dosyam, saçım başım dağınık, dudağımın kenarında biraz telve. Muhasebeci olmak zor. Hele yanınızda epey salak insanlar çalışıyorsa... Binanın dördüncü katından bana el sallıyorlar. Ben de kafamı sallıyorum ''Siktirin!'' der gibi ama onlar bunu centilmenlik olarak algılıyorlar. Evim iş yerime biraz uzak. Doktoruma göre yürümek bana yasak ama yapacak bir şey yok. Durak da iş yerime uzak. Bir yaşımda yürümeye başladığıma göre elli bir yıldır yürüyorum. Durağa varıyorum. Yorgunum. Romatizmalıyım. Dolmuşa biniyorum. İki büklüm salına salına yol almanın memnuniyetsizliği üzerimde. Aslında boş yerler var ama pantolonuma toz bulaştırmak istemiyorum. Zar zor çıkarıp on lira veriyorum mavi şapkalı şoföre. Para üstünü taksit taksit veriyor. Diyorum biraz hızlı olsan duymamazlıktan geliyor. Dolmuştaki yolcular da bir garip. Kellesini cama dayayıp kulaklıktan şarkı dinleyen genç, onun yanında sesli sesli tespih çeken teyze, iki arka koltukta birbirlerini gıdıklayan iki kız, ayakta pizza poşeti taşıyan bir travesti, onun yanında pala bıyıklı cüce bir dayı. Distopya mı ütopya mı belli değil. Birkaç durak önce iniyorum. Fethiye'nin deniz kokan sokaklarında yürürken biraz olsun rahatlıyorum.

Camiden yeni çıkmış taze abdestli güvercinler, takım elbiseli kargalar ve dekolteli kırlangıçlar gökyüzünde dans ediyor. En sonunda varıyorum mahalleme, sanki Yeşilçam filminden çıkma bir yer. Zile basıyorum. Açan olmuyor. Eşim istifa etmiş olabilir, eşim olmaktan. Beni sevmez zaten. Ben onu severim. Kendime bile katlanamazken o bana katlandı. Arada çıldırır. Gider. Gelir. Gider. Gelir. "Bir kitabı ortasından okumaya başlayıp anlamaya çalışmak gibi bir şey seni anlamaya çalışmak." derdi. Hikâyem seninle başladı derdim. İnanmazdı. Oğlum, bir de oğlum vardı. Şimdi ne yapıyor bilmiyorum. En son Almanya'ya gitmişti. Mühendisti. Hissizdi. Piçti.

Yapay bir babadan fazlasıydım. Ama yetmedi.

Sokağa çıktım. Yürümeye başladım. Hava kararıyordu. Büyük bir meydandan geçtim. İnsanlar toplanmış. Ellerimi ceplerime soktum. Gerilince böyle oluyor. Cebimde sanki sinirlerim var. Okşuyorum onları. Yanımdan geçen yeşil bir Anadol'dan Barış Manço şöyle diyor: "Üzülmüşüm neye yarar. Keskin sirke küpüne zarar."

Avare avare yürürken yürüdüğümü bile unutmuşken tırtıklı bir ses beni kendime getirdi:

"Kimsin sen?". Ses rögar kapağından geliyordu. Yavaşça yaklaştım. İçine baktım. Karanlıktı. "Asıl sen kimsin?" "Soruya soruyla cevap vermek, iyi bir seçim değil." dedi. Kapağı kapattı. Şerefsiz manipülatör. Kendimi tutamayıp kapağın deliğinden aşağıya bağırdım.

"Ben, eski bir fare avcısıyım." Kapak hızla açıldı. Yeşil bir kol beni yakamdan tuttu. İçeri çekti. Güüüm! Yer ile bir olmuştum. Bu sefer ensemden tutup kendine çevirdi. "Seni pislik, uzun süredir seni arıyorduk. Şu şansa bak." "Ne zamandır sokaktan geçen birini durdurup kim olduğunu soruyorsunuz?" ''Bu seni hiç ilgilendirmez." Konuşurken dudaklarımız birbirine çarpıyordu. "Nasıl ilgilendirmez, sizi tanıyorum." "Biz de seni tanıyoruz. Yan tarafa bak." Lanet olsundu, kadro tamdı. Oğlum, oğlum aklıma gelmişti. Severdi onları. Yerdi. İçerdi. İzlerdi. Hiçbir zaman sıkılmazdı. Hep bir ağızdan "Şerefsiz." dediler. Şaşkınlığımı gizleyemiyordum. Ağzım açılmıştı. Eğer ağzınızdan solursanız aynı zamanda tat da alırsınız. Boktan bir durumdu. Elimi ve ayağımı bağladılar. Garip bir istek sundum onlara. "Ağzımı da bağlayın." Alçak gönüllü bir tutsaktım. Ara sıra işkence yapası tutuyordu. Turuncu şapkalı olanın. Ağzımdan bandı söküyor. Kafamı suya sokuyor, bir de utanmadan "Su nasıl, sevdin mi'' diyordu. "Evet,'' sevmiştim. "Neden geçmiş zamanlı konuştun?" "Bazen karışıyor kusura bakma. Zamanlar, mekanlar, insanlar... Beynim kazan gibi." Diğerleri gelip deli fişeği yanımdan almışlardı. Arkalarını dönüp giderlerken hep bir ağızdan "Yalnızlık, düşündürür." dediler. Neyi düşünmemi istiyorlardı. Keşke gaza gelmeyip fare avcısı olduğumu söylemeseydim. Oysa fare avcısı falan da değildim. Şakaydı. Kaka oldu. Yanında iki büklüm yattığım su, galiba bunun en büyük kanıtıydı. Bağırarak defalarca "Ben fare avcısı değilim, yalan söyledim." dedim.

Ama nafile, kimse duymuyordu. Belki duyup cevap vermiyorlardı. Belki sonsuza kadar burada kalacaktım. Belki beni hangi yöntemlerle öldüreceklerini düşünüyorlardı. Haklıydılar. Yalnızlık düşündürüyordu.

Uzun zaman sonra karanlığın içinden bir araba sesi geldi. Sonra araba farları. Mavi ve kırmızı. Neon. Olabildiğince havalı. Polis arabasının burada ne işi vardı. Hem bu imkansızdı. Ne kadar lanet bir bilinçaltım vardı. Her şey birbirine karışmış. Arabanın kapıları sakince açıldı. Dörtlü eksiksizdi. Yeşil pislikler. Ama beni en çok şaşırtan deri ceket giymiş, ağzına da sigara sokmuş fareydi. "Ağzındaki bandı çıkarın, ayağındaki ipi sökün." dedi. Bandı söker sökmez saydırmaya başladım. "Abi Allah bin türlü belamı versin ki ben fare avcısı değilim. En basitinden bir muhasebeciyim. Hem sizi bir yerden tanıyorum, ama her şey birbirine karışmış bir şekilde. Bu Dodge model polis arabası, neon ışıklar, deri ceket, kafanızda neden bant yerine şapka var ki? Hepinizde yüzük var, evli misiniz? Bakın ben evliyim. Mutlu bir yuvam var. (Yalanımı...) Galiba çocuğum sizin hayranınız ama tam size de değil gibi. Ama ben suçsuzum." "Demek bir çocuğun var. Karın var. Mesleğin var. Ve suçsuzsun. Güzel senaryo ama yemezler. Peki neden uyurken kaval sesi çıkarıyorsun. Eski bir alışkanlık mı yoksa. Yanındaki suyu nehir mi sandın?" "Yok abi yok yok, onunla benim alakam yok. O başkası. Ben çocukluktan beri kavalı severim. Bir ara çalıyordum, ama farelerle bir alakası yok, yemin ederim." Fare biraz olsun rahatlamıştı. Ben de rahatlamıştım. Ama ne olduysa bir anda bağırarak. "İdam!" dedi. Vücudumdan terler fışkırıyordu. Dört silah birden bana doğrultulmuştu. İçimden bildiğim bütün duaları okudum. Gözlerimi kapadım. Ölmeyi bekliyordum. Ama sırası değildi. Bir anda yer sallanmaya başladı. Hepimiz şaşkındık. Büyük bir gürültü ile karanlığın içinden küçük metal cüceler çıktı. Ve savaş başladı. Metal cüceler haklıyorlardı yeşilleri ve o fareyi. Etraf toz duman olmuştu. Benim ise puf olmam gerekiyordu. Gerekeni yaptım. Ayaklarımı iyi ki çözmüşlerdi salaklar. Bağlı ellerimle merdiveni tutup tırmanmaya başladım. Nasıl diye sormayın. Göt korkusu insana her şeyi yaptırır. Kafamla rögar kapağını açtım. Özgürdüm. Sokakta ağrıyan ayaklarıma inat koşarken yanan teneke etrafında duran tinerci kardeşlerimden elimdeki bandı kesmelerini rica ettim. Kestiler. Allah razı olsun.

Eve geldiğimde ışıklar yanıyordu. Karıcığım. Zile bastım. Açtı. Hiç sorgulamadı nereden geldiğimi. Anlatsam inanmazdı zaten. Masallara da inanmazdı. Filmlere de... Yatak odasında yere dizilmiş bavulları trambolin olarak kullanıp yatağa atladım. Bu yaşananlar ya gerçekse ya da gerçek değilse. Ne değişirdi? Çatıdan sesler geliyordu. Gecenin bu vaktinde kim bunlar der gibi bakıyordu karıcığım yüzüme. "Kedidir dedim. Kedidir." Elindeki çizmeye bakıp çapraz bir gülücük attı. Gülmüştü. Kıyamet mi kopacaktı. Kıçımı doğuya, başımı batıya, geleceğimi ise geçmişimin eş seslisi olmaya vermişken uyumuş kalmıştım.