Büyüdüğümü gölgemden anlamaya çalıştım önce. Her çıktığımda güneşin doğuşunu izlemeye. Yaş beş, yaş altı derken üstesinden geldim ölüm korkumun; sonuçta bir o kadar daha vardı on ikime girmeme.


Çocukken dinozorları severdim, meteordan kadınlar aklıma düşünce onların da sonu geldi. Çok geçmeden karşılıksız aşk devri başladı. Aklımdakinin aksine kadınlar sanki buzdan yapılmıştı. Buzullar eriyene dek olmayan sevgiliye yazılan şiirlerle ayakta kalabildim ben de.


Ardından dünyayı değiştirebileceğime inandırdım kendimi. Daha çok okuyup daha çok öğrendiğim ve de deneysel takıldığım o yirmilik gençliğimde. Yol yaptım, yolculuk hep kendime. Anlamsızlığa düştüm, kolum bacağım olmasa da kalbim kırılmıştır yine de birkaç kere.


Ardından çizdikçe çizdim, yazdıkça yazdım; dergiler kapandı, dergiler açıldı ama sonra birden hepsi kapandı. O dönem dileğimse Goethe gibi, Kurt Cobain gibi içimi dökebilmekti evrene henüz girmeden yirmi yedime...


Sonra bir baktım kibar kibar haraç kesen bir devlet ensemde. Ben de işe girdim hemen, bitirdiğim üniversiteleri beğenen türlü türlü iş yerlerinde. Çalışınca borçlar bitse de kamçılarının izi kaldı. Ardından alkolün payı arttı, banka hesaplarımın aylık pasta grafiklerinde...


Neyse ki geliyoruz yine, yeni ihanetler biriktirecek bir yazın eşiğine... Gençlik hayallerinin batışını izlerken konuşmanın ötesinde, yazmanın bile zorlaşması ne fena!


Günün sonunda elde kalan son dilek, ne dünyayı değiştirebilmek ne de kamçılanmaktan kurtulabilmek. Son dilek, öldükten sonra zaman ötesi arkadaşlıklar kurabilme ihtimali üzerine. Van Gogh ve Kafka ile arkadaşlığıma benzer belki de...