Neredeyse hepimiz hayatımızın belli bir döneminde geleneksel dansın bir parçası olmuşuzdur. Milli eğitim sisteminden geçmiş hemen herkes, en az bir 23 Nisanda geleneksel kıyafetleri kendi üzerine boca edip, patlak okul amfisinden gelen müzik eşliğinde dans etmiştir. Ve fakat büyüdüğümüzde ne oluyor da unuttuğumuz bir gösteriden öteye gidemiyor bu hatıra. Mevzu yaş almakla ilgili değil. Geleneksel dansların ülkemizde kurumsallaşamaması ve marka değerinin olmaması, geçmişte içinde bulunduğumuz bu uğraşının hayatımızdan sessizce çıkmasını sağlıyor. Bunun nedenini anlamak için başta ismini doğru koymak gerek. En doğru sanılan yanlış ile başlayacak olursak, ‘’folklor’’ dans değil halk bilimidir. ‘’Halk oyunları’’ söylemi ise bahsettiğimiz saygınlık sorununun başlıca sebeplerinden diyebiliriz. Çünkü eylem olarak bakıldığında dans türü olan bir olguya siz oyun derseniz, kendinizi dansçı değil ‘’oyuncu’’ eylemiş olursunuz. ‘’Halk danslarında’’ gayet tabii mutabık olabiliriz ama ‘’halk’’ söylemi belirli bir topluluğu işaret edeceğinden en doğru yaklaşım geleneksel dans tanımlamasıdır. Bu aynı zamanda bize daha evrensel bir dans havuzundan faydalanma imkanı sağlar.

Peki nereden geliyor bu kurumsallaşma sorunu? Bir başarısızlığı çözümlemek için, onunla emsal bir konunun nasıl başarılı olduğunu inceleyerek tersine mühendislik gayretinde bulunalım. Türkiye’de sahne sanatları alanında, geleneksel danslara kıyasla çok daha köklü bir kurumsallaşmaya sahip olan tiyatroyu ele alalım.

Tanzimat dönemine kadar Türk edebiyatında batılı anlamda sahne tiyatrosu görülmemiştir. Batılaşma gayretkeşliğiyle birlikte seyirlik oyunlar, Karagöz-Hacivat ve meddahlık, yerini tiyatroya bırakır. Ve fakat Tanzimat döneminde dansa dair gelişme söz konusu değildir. Aynı zamanda dans, genç cumhuriyetin yeni kimliğini topluma etkin şekilde aktarması için kurulacak ödenekli tiyatrolar gibi bir devlet desteği şansını da kaçıracaktır. Şehir tiyatroları, darülbedayi zamanından itibaren kurumsallaşma açısından çok önemsenmiştir. Öyle ki ilk devlet tiyatrosu 1949 yılında kurulmuş olmasının karşısında, devlet halk dansları topluluğu ancak 1973 yılında kurulabilecektir. Esas şaşırtıcı olan ise devlet opera ve balesinin de 1970 doğumlu olarak devlet halk dansları topluluğunun büyük kardeşi olmasıdır.

Cumhuriyetin armağanlarından biri olan ve bugünden bakıldığında bizler için yabancı bir kavram haline gelen ‘’Batılaşma’’ marifetimizin, sahne sanatlarında bizi mahir kıldığı yadsınamaz bir gerçek. Lakin bu Batılaşma ve kurumsallaşma yolculuğunda geride unutulan geleneksel danslar bugün hala öksüz durumda. Fark edemediğimiz, bugünün dünyasında geleneksel danslarımızın da gayet tabii sahne sanatı olabileceği. Sadece milli bayramlarda değil, tıpkı bir tiyatro gibi periyodik olarak sahnelerde görebiliriz onu. Bunun olamamasının tek sebebi elbette bürokrasi değil. Mağduru da suçlamak lazım. Bu alanda sahne sanatı üretiliyor mu ki seyirci düzenli olarak salonları doldursun? Bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda yenilikçi girişim ve eser üretiliyor ne yazık ki. Kurumsallaşmak ve popüler olmak için gerekli bedeli ödemedi geleneksel danslar. Sorun sanat zeminine oturmadan da bahsi geçen gelişmelerin olması imkansız. Alan, önce sanatsal saygınlık kazanmalı ki devlet tiyatroları gibi devlet halk dansları topluluğu da şubeleşsin ve alanın emekçisine istihdam sağlansın. Bunun yolu, kendini kanıtlama gayretinde olan sanatçı adaylarından geçiyor.

Bu sorunun güncel olarak çok geri planda kaldığını düşünmek pekala normal. Ama mesele buralı olmakla ilgili biraz da. Ülkücü bir yerden değil, buraya ait olmakla ilgili. Gelenek de ait oluşun bir parçası. Hep sınır dışında gördüğümüz ‘’iyi’’ yerlerden bahsediyoruz. Oraya gitmek de bir seçenek. Burayı, orası gibi ‘’iyi’’ yapmak da. Bunu kültür bekçiliği yapıp, geleneği muhafaza etme refleksi göstererek değil. Tıpkı cumhuriyetin bize öğrettiği gibi, o geleneği çağdaş dünyanın perspektifiyle yeniden yorumlayarak yapmalı. Kültür pazarlaması dünyada rekabetin en yoğun olduğu alanlardan birisi. Benim işim strateji değil, sanat üretme gayretindeyim ben. Ama nasıl Rus, İspanyol, Gürcü topluluklar bugün geleneksel danslardan beslendikleri sanat üretimlerini dünya sahnesinde sergileyebiliyor, biz de bunu Anadolu’nun kadim kültüründen beslenerek gerçekleştirebiliriz.

Günümüz Türkiye’sinde buraya ait olandan utanmak oldukça popüler bir görüş. Bunun haklı sebepleri olduğu gerçeğinin farkındayım. Ve fakat şikayet etmekte haklı olduğumuz durumu utanma duygusuyla ya da görmezden gelerek değiştiremeyiz. Değişim, buraya ait olanı güzelleştirmekten geçiyor ve bizim için başka ‘’burası’’ yok. Dolayısıyla sevgili geleneksel dans emekçisi kardeşim, ilk amaç olarak mesleğinin adında geçen ‘’dans’’ kavramına yaraşır bir dansçı olmak için çabala. En önemlisi de üret, farklı disiplinlerden faydalan ve tüm gayretini bir sanatçı adayı olmak için sarf et. Sevgili seyirci, geleneksel danslar ile de sahne sanatı üretilebileceği gerçeğini unutma. Yeni bir üretim ile karşılaştığında onu alkışsız bırakma. Değişim ancak toplumsal bilinç ile mümkün. İyi üretimler, keyifli seyirler. Ümidim, büyüyünce unutulmayacak gösteriler…

(Anıl IŞILAK)