“Aaaaaa! Off be! Böyle hayat olmaz olsun. Başlarım ben böyle işe!” Mike Mills'in modern başyapıtı Yaşamaya Bak’ın sonlarına doğru, Johnny ve Jesse karşılıklı avazları çıktığı kadar bağırıp tozu dumana katarken bütün izleyicilerin içinden gelen şey onlara katılmak olsa gerek. Daimi bir mutluluk ve şükran halinin dayatıldığı, hayata her saniye aşık “influencer”ların ve yedi gün yirmi dört saat mutlu, huzurlu, dört dörtlük “insta parent”ların hüküm sürdüğü “good vibes” ve “positivity” devrinde hoşnutsuzluklarımızı, düş kırıklıklarımızı, öfke ve isyanlarımızı dile getirmek için bize sunulmayan, onca özlem ve gereksinim duyduğumuz o alanı yeğeni için yaratmaya çalışan Johnny; bence yirmi birinci yüzyıl çılgınlığında hayatta kalmaya ve aklını korumaya çalışan tüm duyarlı ruhları temsil ediyor. Bu açıdan “Yaşamaya Bak”, nasıl yaşanması gerektiğine dair pek de gerçekçi olmayan reçetelerin ve kendi yaşamaya çalışırken başkasına dar edilen hayatlara kolaylıkla omuz silken insanların devrine ithafen yazılmış acı tatlı bir şiir gibi adeta.


Filmde ilk önce Joaquin Phoenix’in hayat verdiği Johnny karakteriyle tanışıyoruz. Elinde mikrofonu ve kayıt cihazıyla ABD’nin bir eyaletinden diğerine savrulan Johnny, farklı kesimlerden ve etnik kökenlerden gelen çocuklar ve ergenlerle yaptığı söyleşiler sayesinde aklın yaşta değil başta olduğu gerçeğiyle çoktan barışmış, sorduğu sorulara aldığı yanıtlardan yeni soruların doğmasına alışmış biri, ancak zeki ve duyarlı bir çocuğun zihninin dolambaçlı yollarına doğrudan ve yakından tanık olmaya pek de hazırlıklı değil. Tam da bu sırada dokuz yaşındaki yeğeni Jesse’nin (Woody Norman) sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalması, kahraman denemeyecek kadar gerçek karakterimiz için önce verilmesi gereken bir sınava, sonra da hayatın başarıyla verilmesi gereken bir sınav olduğu düşüncesinin ne kadar anlamsız ve kısıtlayıcı olduğunu algılamaya varan bir yolculuğa dönüşüyor.


Aslına bakılırsa filmde, kendi hayatında hepimizin çuvalladığı kadar çuvallayan herkes yine de birbirinin kahramanı. Gaby Hoffmann’ın hayat verdiği Viv karakterinin oğlunun başından ayrılma nedeninin eski kocasının zihinsel sağlık sorunları olduğunu çok geçmeden anlıyor ve bu noktada her bir karakterin gerek açmazları, gerekse güçlü yönleriyle karşılaşıyoruz. Çocuğunun babası olacak partner seçimini her gün yeniden sorgulayan ve çocuk sahibi olmanın sorumluluklarıyla dilediğince baş edemeyen, ancak hem eski eşini desteklemek hem de oğluna sevgisini göstermek için elinden geleni ardına koymayan Viv, kız kardeşinin partner seçimine yönelik yorum ve eleştirilerinin ağırlığını ve suçluluğunu taşıyan ve bir çocuğa nasıl bakılacağına dair kısıtlı bilgisine karşın kardeşini de yeğenini de yüzüstü bırakmamak için büyük çaba gösteren Johnny ve yaşının ötesinde zeki, bilgili, olgun çocuk olmakla her çocukta olan sevgi ve ilgi gereksinimini kabullenip duygularını dışa vurmak arasında gelgitler yaşayan, dayısı ona daima iyi hissetmenin gerçekdışı olduğunu gösterirken kendi de dayısına hüsranlara tutunup kalmanın yararsız olduğunu anımsatan Jesse.


Bu üç karakterin hayatları, neşeleri, hüzünleri ve düş kırıkları iç içe geçip tüm bu bireysel deneyim bir de söyleşi yapılan çocukların ve gençlerin evrensel nitelikteki sevinçleri, kaygıları, umutları ve üzüntüleriyle örülü bir çerçeve içine alınırken, Yaşamaya Bak’ın ne kadar zor bir şeyi başardığını fark etmemek mümkün değil. Çağımızda allanıp pullanıp hızla tüketilen birer çerez haline getirilmiş pek çok kritik meselenin yolunu kesiştiren film, bu konuları yolunu kaybetmeden, minval dışına çıkmadan ve derinliği yitirmeden, iyi kötü hakkını vererek işlemekte azımsanmayacak kadar iyi bir iş çıkarıyor. Olaydan çok duruma ve diyaloğa dayalı, arada bir geri dönüşlere yer veren ve yormayan bir akış içerisinde yetişkin ve ebeveyn olma sorumluluğunun ne anlama geldiğini, toplumun yetişkinlerden ve ebeveynlerden beklentilerinin gerçekçilikten ne kadar uzak kaldığını, ruh sağlığının ne kadar çok insanın cebelleştiği ve buna rağmen ne kadar az bahsedebildiğimiz bir konu olduğunu, eski kuşakların nedense sürekli tepeden bakıp eleştirmek için bahane aradığı yeni kuşakların bazı şeylerin ne kadar farkına varabildiğini, en önemlisi de hiçbir zaman cafcaflı sosyal medya hesaplarında yansıtıldığı kadar kusursuz olmayan hayatın, akıl sağlığı, insan ilişkileri, aile, toplumsal sorunlar gibi tüm çetrefilli yönleriyle yine de yaşanmaya değer olduğunu yeniden hatırlıyor, film sona doğru adım adım giderken, Jesse’nin dayısına ve bizlere “C’mon, c’mon, c’mon…” diye deyim yerindeyse gaz veren olgun çocuk sesi sayesinde, yaşamanın ne anlama geldiğini bir kez daha anlıyoruz.


Geri planda Johnny’ye röportaj veren ufaklıkların buram buram bilgelik kokan sözleri eşliğinde sinema salonundan çıkmaya hazırlanırken sizin aklınızdan ne geçecek bilmiyorum ama benim için “Yaşamaya Bak”, tam da bir “toparlan, bırakma kendini” filmi. Johnny ve Jesse’nin kaldırdığı onca toz toprak hayatın tüm zor ve sevimsiz yanlarını yeniden hatırlatıp yüzünüze, üstünüze, başınıza yağdıracak ama neyse ki yaklaşık iki saat boyunca izledikleriniz sayesinde her nereye düştüyseniz ayağa kalkıp silkelenecek, kendinize şunu diyecek gücü ve cesareti bulacaksınız: “C’mon, c’mon…C’mon!”