1.

Çağların Yarı-Karanlığı derken tam olarak ne kastediyor olabiliriz? Bir durup düşünelim. Herhangi bir ön-yargıda bulunmadan, ya da herhangi bir ideolojinin gözlüğüyle bu müphem, yazarın kendi dünya görüşünü, yaşamı algılayışını ortaya koymaktan başka hiçbir amacı olmayan, ve hiçbir şekilde düşünsel bir zorunluluk empoze etmeyen kitabın başlığının ilk yarısına şöyle bir bakalım.

Ç a ğ l a r ı n Y a r ı – K a r a n l ı ğ ı . . .   

Çağ derken, insanın v a r o l u ş tarihinin belli, sonradan çizilmiş sınırlarla birbirinden ayrılan dönemlerini mi anlamamız gerekir?

Ya da dünyanın dört buçuk milyar yıl önce ortaya çıkışından bugünlere ulaştığı süreçte aynı şekilde birbirinden ayrılan dönemleri mi?

Tutkulu, ince düşünen, güzel’e dair farkındalığıyla gelişmekte olan, kendi varoluşunun ve tüm varoluşun her gün bilincinde bulunan, ve tam olarak bu nedenle hem kederli hem de sevinçli olarak hayal edebileceğimiz değerli okuyucu bu iki örneği de kavramış olacağından hemen bir üçüncüsüne başvuralım.

Fakat üçüncü örneğe geçmeden önce, değerli okuyucunun zulüm ve baskı dönemlerinde ince düşünmenin, güzel’in türbesinde bulunmanın her zaman mümkün olmadığına yönelik olası deneyimlerini paylaştığımızı da bildirelim. (Başınız onun ağzı içindeyken bir kaplanla akıl yürütemezsiniz.) Dolayısıyla bu kitabın asıl okuruyla paylaşıyor olduğumuza emin olduğumuz bir varoluş kardeşliğini karşılıklı sohbet ediyormuşçasına, yazarının huzurunda bulunsalar onların da ekleyeceği, değerlendireceği, ya da farklı düşünüyor olabileceği yerler olduğunun bilinciyle sürdürelim.

Evet, üçüncü örnek, elbette ki günümüz biliminin bize söylediği şekliyle on üç küsür milyar yıl önce big bang ile ortaya çıktığı teorize edilen evrenimizin, ve bu evrenin yanında, belki onu da kapsayan bütün bir varlığın, varoluşun, belki de ebediyetin çağları.

Yarı-karanlık kelimesinden bizlere kendi anlamlarını fısıldayan ışık-karanlık, iyi-kötü, güzel-çirkin, olumlu-olumsuz, pozitif-negatif ikiliklerini bütün bir varoluşun değişmez yazgısı ya da tek değer yargıları olarak görmediğimizi, hatta tüm bu çağlarda üyeleri, birimleri ya da örnekleri için pekala son derece kardeşçe, güzel, hatta bugün bizim daha çok insanın şekillendirmesiyle varlığını sürdüren dünya uygarlığımızla aynı anda bambaşka galaksilerde ya da evrenlerde tam da şu anda deviniyor olan varoluş biçimleri ve uygarlıklar ortaya çıkmış olabileceğini de belirtelim.

2.

Çağ’dan yarı-karanlığa olan geçişimizin tam da bu noktada bizlere ele almamız gerektiğini hatırlattığı bir konuya değinmeden dürüst, gerçekçi bir kitap ortaya koymuş olamayız.

D e ğ e r Y a r g ı l a r ı . . .    

Evet, değer yargıları subjektif midir, objektif midir? Kişiye göre değişirler mi yoksa evrensel midirler? Hatta her durumda ve her olası deneyimde istisnasız olarak işleyebilecek tek bir yargı bulabilir, ya da yargıda bulunabilir miyiz? Kısaca, sanat her zaman iyi bir şey midir, kahve içmek güzel midir çirkin midir, güzellik ve çirkinlik nedir, doğayı sevmeli miyiz sevmemeli miyiz, doğal olan iyi midir kötü müdür, size saldıran ve muhtemelen ölümünüze neden olacak bir canlıdan kurtulmak için tek seçeneğiniz o canlıyı öldürmekse bu eylem pozitif midir negatif midir, ya da dünyanın tüm sorunlarına rağmen insan uygarlığını başka bir gezegene de taşımak ve çok-gezegenli bir uygarlık haline gelmek insanlık için olumlu mudur olumsuz mudur gibi konuları kendimize mesele edinebileceğimiz bir alan bu. Elbette tüm bu alanları ve daha pek çok şeyi mesele edinmeden önce kendimize sormamız gereken başka bazı sorular var. İyi nedir kötü nedir, güzel nedir çirkin nedir gibi. Tüm bunların kesin, her zaman geçerli bir cevabı bulunduğuna inanıyorsak bunun ancak bütün bir varoluşa hakim, objektif, tanrısal bir varlığın buyruğu ya da görüşü olması gerektiğini fark etmemiz gerekir. Ki dünyamızdaki her bir konuya dair, insan deviniminin neredeyse sonsuz potansiyeldeki her bir alanını ve örneğini kapsayan böylesi bir tanrısal, objektif, her zaman ve her yerde, her alanda geçerli bir değer yargıları sistemi bile, insanın varlığını pek çok zamanda sürdüreceği ihtimalini göz önünde bulundurursak sonsuza yakın olmalıydı. Oysa insan deviniminin sonsuz potansiyeldeki h e r b i r alanını kapsayan, açıp bu iyidir ya da bu kötüdür diyebileceğimiz böylesi bir kaynağa sahip değiliz. Mesela ben hep Andromeda galaksisine taşınmanın ve o galaksinin bir yıldız sisteminin yaşamıma elverişli bir gezegeninde tek başıma yaşarken kimsenin okumayacağı bir kitap yazmanın ya da o gezegenin bir okyanusuna karşı lavta çalmanın iyi olup olmayacağını merak etmiş olabilirdim. Oysa bu konuya dair başvurabileceğim ve objektif bir cevaba ulaşabileceğim bir kaynak yok, yani bunun iyi olup olmadığına ancak ben kendim, gerekirse fikirlerine de güvendiğim bazı kişilere başvurarak karar verebilirim. Ki dünyada, bir nevi Papa’nın yanılmazlığı ilkesi gibi, her zaman ve her konuda kesinlikle en doğru kararı verecek bir insan da olamayacağına göre bir şekilde kendim verdiğim bu kararın benim için doğru olup olmadığını ancak o gezegene yerleştikten sonra tam olarak anlayabilirdim. (Papa’nın yanılmazlık ilkesi benzeri ilkelere sahip olası kişilere, tokat atana öbür yanağınızı dönün diyen İsa’yı temsil eden bir Papa’nın birine tokat attığını da hatırlatırım.) Bu da demek oluyor ki her konu ve alanda objektif bir kaynağımız olmadığına göre genel geçer görünen ahlaki yargılarımız dahil bütün bir insani değerler sistemimiz tamamen nesnel olmaktan uzaktır, ve bunların oluşum süreçleri, kaynakları ve çıkış noktaları ancak i n s a n ’ d a, insan tarihinin, kültürünün gelişim süreçlerinde, hatta insanın evrimsel doğasında bulunabilir.

3.

Bu elbette demek değildir ki, insanlar olarak hiçbir değerler sistemine sahip olmayalım, ya da insanlık tarihinin bütün bir değerler tarihini bir kenara bırakalım ve herkesin kendi, subjektif değerlerini oluşturacağı (bir nevi kendi gezegeninde yaşayacağı) kaotik, hiçbir düzene sahip olmayan bir varoluşa geçiş yapalım. İnsan hem bir egoya sahip, yani kendini sevmesi gereken, bireysel alanlara gereksinim duyan hem de doğası gereği sosyal, diğer insanlarla birlikte yaşayan ve bundan keyif alan bir canlı. Üstelik bir insanı vahşi doğaya bıraktığımızda, doğanın unsurları karşısında t e k b a ş ı n a uzun süre hayatta kalma, konforlu bir yaşam sürme ihtimali çok da fazla değil. Hatta belli bir yaşa kadar bakıma, diğer insanların gözetimine muhtaç bir canlıdan söz ediyoruz. Demek ki insan, bir tür uygarlığa, bir tür iş bölümüne, bireyliğinin yanında bir tür kolektif yaşama, insani bir yakınlığa da gereksinim duyan bir canlı. Dolayısıyla bugün de örneklerini gördüğümüz gibi insanlar; aile, akrabalar, arkadaşlıklar, toplumlar, ülkeler, devletlerden, yani bir nevi gruplardan, çevrelerden oluşan bir uygarlığa sahip. Hatta insanlık tarihinin bir çevreler tarihi olduğunu bile öne sürebiliriz. Kendimizi doğduğumuz andan itibaren içinde bulduğumuz aile, ülke ya da çevre, gelişimimiz, fikirlerimizi ve varoluşumuzu oluşturmamız üzerinde çoğunlukla oldukça etkili. Yani örneğin, aynı aileye, yani çoğunlukla bizi bir sperm ve yumurtadan meydana getirmiş aynı anne ve babaya sahip olduğumuz bir bireye kardeşim diyebiliyoruz, fakat başka bir ülkede, başka bir sperm ve yumurtadan başka bir anne ve babaya doğmuş, bu gerçek üzerinde bir kontrole sahip olmayan başka bir insanı, sırf başka bir çevreden olduğu için düşman da görebiliyoruz. (Bu elbette artık oldukça azınlıkta kalmış bir bakış açısı, fakat örnek olarak vermek zorundaydım.) Çevreler arası düşmanlık ya da husumet diyebileceğimiz bu gibi olaylar da çoğunlukla insanlık tarihinin fikirsel, inançsal, çıkarsal tarihine, yani örneğin milliyetçilik, dindarlık, ben ya da biz merkezcilik, yani çevrecilik diye kısaltabileceğimiz bazı değer yargılarına dayalı oluyor. Öyleyse içine doğduğumuz ya da kendimizi daha çok ait hissettiğimiz çevreyi zaman zaman bu kadar önemserken aynı gezegende yaşıyor olduğumuz, yani bir nevi aynı ortak, büyük eve sahip olduğumuz, hatta evrimsel ya da mantıksal olarak bile insan türü olarak geçmişte aynı çevreden türediğimiz diğer insanlara ya da çevrelere yönelik bu süregiden düşmanlık ya da husumet de neyin nesi? Örneğin ben Türkiye’de doğdum, ama Fransa’da, Singapur’da, Amerika’da, İran’da, İngiltere’de, Suriye’de, Almanya’da, Asya’da, Afrika’da, Avrupa’da, yani kısacası dünyanın diğer çevrelerinde yaşayan insanlar bu nedenle benden daha mı az değerli, ya da tüm bu insanları kategorik olarak düşman mı görmeliyim? Elbette hayır. Çünkü ben kendi çevremin gerçekte tesadüfen içine doğduğum bir aile ya da ülke değil, tüm dünya, hatta evren olduğunun bilincindeyim. Elbette daha çok vakit geçirdiğim yakınlarımla daha gelişmiş bir muhabbetim olabilir, ya da anne ve babama özellikle gelişmiş bir sevgi duyabilirim, fakat benim kardeşim sadece aynı anne ve babaya sahip olduğum bir insan mıdır? Hayır diyorum bir kez daha: t ü m i n s a n l a r k a r d e ş t i r.