“Şu görüntü var ya…” dedi, “her şeye yeter.” Gösterdiği şey hanın çatı katındaki küçücük bir pencereydi. Bir kafa boyu pencerenin tek manzarası çatıdaki kiremitlerdi. Bir de belki geceleri birkaç tane yıldız görünürdü, hepsi bu. Ama onun için buncacık şey sımsıcak bir dünya demekti. Öyle biriydi o. Ayağında patiği, sırtında yünü, gözünde gülücüğü olsun daha da bir şey istemezdi. Küçücük pencereye bir dantel perde takar orayı yuva yapardı. O sırada müzik çalarda Nurettin Rençber çalıyordu. Zaten sırf bu türküyü duyup da çıkmıştı bu atölyeye. Pardon bir de atölyeyi gösteren ağlama odası yazısı dikkatini çekmişti.

Söyle Sunam nerelisin

Yıldızlar gibi harelisin

Niye böyle karelisin

Gel gurbete çıkalım senle

Elinde durmaktan soğuyan zencefilli limonlu çay, öyle pencereye dalmış türküyü mırıldanıyordu. O an ağlama odası onun için en doğru yerdi ama anlamamıştım neydi onu bu kadar duygulandıran. Belki de bir hayale takılmıştı. Bazen böyle olurdu. Sanki zamanın akışında bir aksaklık meydana gelirdi ve şimdi ile geçmiş hatta gelecek yer değiştirirdi, o da bu değişimin merkezinde sürüklenirdi. Ellememek gerekirdi onu böyle zamanlar bilirdim. En azından derdim kendi kendime, güzel bir şiir çıkacak bunun sonunda. Anlaması güç yanları vardı ama anlamak için uğraşılmasını istemediğine eminim. O sadece sessiz bir kabul istiyordu. Bu yüzden buraya herkesle gelmezdi. Sorsanız çok tatlı bir insandı, sıcakkanlı, konuşkan, güleç ama kimseyi kolay kolay içine almazdı. Dışına bile yaklaşmanın bir sınırı vardı, hissederdiniz ama gönlünüz kırılmazdı, nezaketli bir mesafeydi onunkisi. Herkese evi açıktı hatta çok severdi insanları doyurmayı ama herkesi odasına almazdı. İşte burası odasıydı onun. Bir türküyle gözlerinin dolduğu, bir pencereyle yazmaya başladığı, bir hayalle yatıp kalktığı… Sanki dükkanlar odasının köşeleri, esnaflar en sevdiği eşyalarıydı. Hatta bu han, başını koyduğu yastıktan farksızdı. O sırada atölyenin sahibi beğendiği bir şeyi seçmesini söylüyordu, ona bir hediye vermek istiyordu. Ne kadar ısrar ettiyse de bir türlü ikna edemedi. Yok dedi, bugün buradan bir niyet aldığını söyleyerek müsaade istedi.


Çıkınca derin bir nefes verdi, hanın dökülmüş duvarlarına bakarak. Duvardaki bir resimde takılı kaldı gözleri bir süre. Siyah bir boyayla çizilmiş alelade bir resimdi. Bir kambur balina, sırtında da bacası tüten bir ev… “Hani,” dedi “bir ev vardı. Bahçesi çeşit çeşit bitkiyle doluydu. Balkonunda kabakların kurutulduğu…” Derin bir nefes aldı sonra “Öyle büyümüştü ki bitkiler, zar zor görebilmiştik kapısını, penceresini. Belli ki sevgi doluydu sahibi. Hatırlamadın mı? Hani solgun kiremit rengiydi, kapısı penceresi ahşap, yer yer döküntülüydü. Penceresinde nakışlı bir perde asılıydı, kırık beyaz. Eteğinden danteller süzülüyordu. Gizlice bakmıştık içeriye. Su yeşilinden bir odaydı. Rengarenk bir kilim seriliydi yerde. Bir duvarında ceviz ağacından olsa gerek bir kitaplık vardı, şiir kitaplarıyla dolu. Raflarında duran irili ufaklı objeler de boşlukları dolduruyordu. Diğer duvarında alelade bir koltuk ama üzerinde güzel mi güzel turkuaz kırlentler; kenarları kelebekli pazen kumaştandı, ortasında sonradan eklenmiş yuvarlak bir dantel vardı. Yıllar yılı tuttum aklımda, hiç unutmadım o kırlentleri…” sustu. Hatırladım dememi mi bekliyordu ki? Yok yok, bir başka dükkanın önüne serilmiş dantelleri görünce dikkati dağılmıştı. 1 TL yazıyordu dantellerin üstünde. Ne kadar sevindiğini nasıl tarif etsem… Hani babasının işten dönüşünü dört gözle bekleyen bir çocuğun babasıyla sarılması onu nasıl mutlu ederse öyle bir mutluluktu, çünkü babası Toto getirirdi her akşam.


Dantelleri ince ince karıştırırken anlatmaya devam etti “Pencerenin tam karşısında bir berjer vardı, hemen başucunda da yün yumaklarla dolu bir sepet. Oldukça eski ama bakımlıydı. Üstüne bir şal gibi atılmış bir de örtüsü vardı. Farklı farklı kumaşların birleştirilmesiyle yapılmıştı örtü. O da eskiydi epey. Kim bilir kaç yıl beklemişti sandıkta…” küçük bir keder geçti gözlerinden “Olsun, yerini bulmuştu nihayetinde. Sonra bir kadın gelmişti hatırlıyor musun? Hemen eğilmiştik pencerenin altına, nasıl da utanmıştık ama! Sonra merakımıza yenik düşüp tekrar bakmaya başlamıştık içeriye. Nasıl biriydi bu evin sahibi görmeliydik çünkü. Kadınsa geldiği gibi berjere oturmuş, gömmüştü başını örgüsüne. Getirdiği Türk kahvesini usulca soğumaya bırakmıştı. Fincan da eskiciden alınmıştı belli, babaannenin evini hatırlatmıştı hatta sana. Saçları uzun örgülü, bacaklarını saran kahverengi kadife bir pantolon, üstünde kırmızı bir kazak, ayaklarında yeşil patikler… Koltuğunun üzerine örtmek için bir battaniyeye işliyordu sanki yalnızlığını. Sıcaklığı parmağını acıtıyordu yünün. Odanın her yanında el işi bir şeyler vardı. İpten, kilden, tahtadan heykeller, süsler… Çeşit çeşit tablolar. Çok sayıda ruhu ağırlıyordu evinde, belli ki misafirperverdi. İşleyecek çok duygusu olduğunu hissetmiştim hiç tanışmadığım bu kadının. Tanıdık bir oturuşu vardı ama zaten.”


“Bakın bunları da bir arkadaşım yapıyor. Atölyesi de üst katta hatta ama bugün kapalı.” Dükkan sahibi kadının sesi böldü bu defa da onu. Elinde kenarları kelebekli pazen kumaştan, ortasına sonradan yuvarlak dantel eklenmiş olan kırlent kılıfları vardı. Onları görünce yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi ama gözlerinde ha doldu ha dolacak bir bakış. Uzun uzun okşadı dantelini. Koltuğunun üzerinde, kendi ördüğü battaniyenin hemen üstünde görebiliyordu o kırlentleri. “Ben bunu alıyorum!” arkadaşının sesiyle bölündü hayali. Onları o da ne kadar almak istese de sesini çıkaramamıştı. Koyacak yeri yoktu zira. Arkadaşınınsa taptaze bir evi vardı, yuvasını kuruyor olmanın heyecanı… Bozamazdı ya!


Kaşlarını çattı, yüzünü buruşturdu önce, sonra da boğazını temizleyip silkeledi burukluğunu omzundan. O türküyü mırıldanıyordu gene.

Hayal olsun düş olsun

Sözünden dönen taş olsun

Canım canına eş olsun

Canım canına

Birkaç dükkan daha gezdik. Her dükkanda daha da doluyordu içi. Zaman yolculuklarının süresi artmıştı. İçinde kaç tane duyguya ev sahipliği yaptığını, kaç fikrin, kaç cümlenin gelip geçtiğini söylemek imkansızdı. Bazen minnettar bir kıvrılma bazen üzgün bir kırılma taşıyordu dudakları ama gözleri hep ışıl ışıldı. İçine dolanlar bazen gözlerini de dolduruyordu ama bu bile ışıltıyı artırıyordu. Çünkü öyle bir hüzündü bu… Tam böyle bir anda suskunluğunu bozdu ve dedi ki “Sence…” söyleyeceği şeyi tekrar düşündü “bahçesi çeşit çeşit bitkiyle dolu o ev duruyor mudur hala yerinde?” Ne diyeceğimi bilemedim, boğazım düğümlendi öyle masum sormuştu ki bu soruyu. “Yıkılmışsa,” dedi “ne yaparım bilmem ki… Eksilmiş gibi odamda bir eşya, arar dururum ikinci el dükkanlarında.”


“Duruyor merak etme, hala yerli yerinde. Bulman için bekliyor seni…”