Tıkış tepiş minibüsün orta sıra koltuğunda oturmuş, anlamsız ve oldukça boş bakışlarla camdan dışarıya bakıyor, etrafımda hareket etmekte olan canlı ve cansız şeyleri seyrediyordum. Tüm koltukların zorlu mücadelelerle kapıldığı, koridorunda demirlere tutunmaya gerek duyulmayacak kadar kalabalık bir seyahatti bu. Öyle ki itinayla kümelenen her insan omuz omuza gelmiş, herhangi bir sallantı durumunda düşme korkusu yaşamadan ayakta durabiliyorlardı. Bambaşka yaşamlardan onlarca insanı daha önce böylesine iç içe görmemiştim. Ben de dahil olmak üzere bütün minibüs güçlü bir esrime haliyle yolculuk yapıyorduk, tepkisiz ve duygusuzduk. Burnuma gelen tiksinç kokuyla bu esrimeden sıyrılmıştım. Kokunun kaynağını bulmak için etrafıma bakındım, yanımdaki adamın ayakkabısı dikkatimi çekti, üzeri çamurluydu ve pis kokuyordu. Başımı çevirmeden kaçamak bakışlarla yüzünü seçmeye çalıştım, doğrudan bakmaya korkuyordum. Adamın camdaki yansıması yardımıma yetişti, çürümüş yüzünü görünce başımı çevirdim. Sonra çamur, ayakkabısından yavaşça akarak minibüsün zemininde ilerlemeye başladı; dokunduğu her şeyi iğrenç kokusuyla kaplıyordu, nitekim tüm ayaklar kirlendiğinde insanların yüzü çürümeye başlamış, minibüs büyük bir mezarlığa dönüşmüştü.


Genç bir kadın, üzerindeki giysiden okuldan alındığını düşündüğüm çocuğunu elinden tutup minibüse bindi. Kadının yüzünde bir şaşkınlık ifadesi vardı, minibüsün kalabalığı mı yoksa bunca ölünün omuz omuza vermiş olması mı onu şaşırtmıştı bilmiyorum. Kısa boyu sebebiyle destek alacağı bir omuz bulamayan çocuk sürekli düşme tehlikesi yaşıyor, annesi de ona sıkıca sarılıyordu. Kadına yer vermek isteyerek seslendim, “Şey, buraya oturabilirsiniz.” ama kadın beni duymamıştı, korkak ve sinmiş ruhumdan çıkan cıyaklamayı sadece önümdeki sert bakışlı, uzun bıyıklı adam duymuş olacak ki kadına doğru davudî bir sesle gürledi:

“Abla, yer veriyor genç, gel otur!”

Kadın, sorgusuzca adama doğru bir adım attı, bir ölüye itaat ediyordu. Kadın, ilk adımını attıktan sonra durdu, başını kaldırıp bana baktı, bekledi, vazgeçti, geriye doğru bir adım atıp bana sırtını döndü. Artık çocuğuna daha sıkı sarılıyordu. O an minibüsteki tüm bakışların üzerime çevrildiğini düşündüm. Bu bir histi, hissediyordum. Üzerime bir utanç çöktü, hep beraber yolculuk yaptığımız bu mezar, sanki biraz daha daralmıştı, boğazımı temizleyip bütün gücümle kadına seslendim:

“Lütfen.” dedim, “Lütfen, gelin oturun.”

Sonra gelip oturması için ayağa kalkarak bekledim. Kadın, yüzü bana dönük fakat gözlerime bakmadan net bir tonla “Hayır.” dedi.Bir an önce ensemde hissettiğim soğuk bakışlardan kurtulmak istiyordum. Bunun için ısrarla “Gelin lütfen, zaten birazdan inicem.” dedim. Cümlemi henüz bitirmemiştim ki kadın tekrar arkasını döndü. Ayakta öylece durmuş kadının sırtına bakıyordum. Gözlerimi devirip çocuğuna baktım, o da bana arkasını dönmüştü. Titremeye, sarsılmaya başladım. Uzun saçlarımın köklerinde doğan ter damlalarını hissediyordum. Hızla yol kat eden ter damlaları ensemden sırtıma, yanaklarımdan boynuma doğru ilerliyordu. Vücudumdaki gür kıllar birer ağaç gibi önlerine set olsa da damlalar, bedenimi bir ormanmış gibi kat ediyor, ağaçlarıma kavuşup onları sulamak için çaba sarf ediyordu. Bu çaba birkaç saniye içinde meyvelerini vermiş, tüm bedenimi terden sırılsıklam bırakmıştı. Ne kadar zamandır ayakta durup kadının oturmasını bekledim bilmiyorum ama koltuk hala boştu. Ne kadın gelip oturuyor ne de ben ondan ümidi kesip geri yerime geçiyordum. Tuhaf olansa ayakta duran onlarca kişiye rağmen bir tek kişinin bile boş koltuğa oturmamasıydı. Bari başkası otursun diye etrafımdaki insanlara baktım, kadın ve çocuğu gibi hepsi bana sırtını dönmüştü. Anlam veremiyordum, o kuvvetsiz sesimle şoföre seslenip inmek istediğimi söyledim. Acı bir fren sesi duyulduğunda olduğum yerden minibüsün kapısına kadar süzüldüm. Omuz omuza verip dayanışma içinde olan insanlar milim kıpırdamamışlardı. Hızlıca kendimi minibüsün dışına attım. Ne öfke ne de üzüntü duyuyordum, sadece anlamaya çalışıyordum. Koşar adımlarla evime gittim.


Asansör yedinci katta durup güvenlik kapısı açıldığında yüzüme bilinçsiz bir gülümseme oturdu.Annem, anahtarı hangi ayakkabının içine koymuştu acaba? Eve geç geleceğim zamanlar kasten anahtarımı yanıma almaz, birkaç saat sonra annemi arayıp anahtarımı unuttuğumu söyler, anahtarı kapının önündeki ayakkabılardan birinin içine bırakmasını isterdim. Genellikle kapımızın önünde beş altı çift ayakkabı bulunurdu ve annem her defasında anahtarı başka birinin içine koyardı. Ben de kapının önünde dikilip ayakkabıların duruş pozisyonlarına göre bir tahminde bulunurdum. Çoğu zaman ikinci, üçüncü denememde anahtarı bulsam da bazen ilkinde bulur, oldukça sevinirdim. Annem eğer bu oyunumun farkında olsaydı her defasında aynı keyfi alamayacağımı düşünüyorum, bu yüzden onu oyunlarıma alet ediyor olmak bana bambaşka bir haz veriyor. Görünmeyen bir elin, dudaklarımın etrafındaki kılları gererek yüzüme oturttuğu gülümsememin sebebi işte bunlardı. Şimdi yine ayakkabıların önünde dikilmiş, annemin anahtarı hangisine koyduğunu düşünüyordum. Düşünüp karar vermem oldukça kısa sürdü; ayakkabıların arasında insanın kendine dair terk etmek istediği ne varsa içine bıraktığı, ona bakan kişinin midesini bulandıran, üzeri çamura bulanmış, burun kısmı üzerine basılmaktan soyulmuş ve rengi solmuş, uzun süredir hiç giyilmediği ancak aptal olmayanlar tarafından hemen fark edilebilen, nefretle kapının önüne atılmış bir ayakkabı vardı; üzerinden dağılarak yere dökülen çamur parçaları buraya mezarlık havası veriyor, ayakkabı da eski bir lahit gibi görünüyordu. Bunun orta çağdan kalma bir mezar olduğunu düşündüm, fena kokuyordu. “Olsa olsa bir aristokratın mezarıdır.” dedim. Boğazıma kaçan aristokrat kokusuyla midem bulandı, keyfim kaçtı. Elimi bu ayakkabıya uzatıp salladığımda anahtarın sesini işittim. Anahtarı elime alıp merdivene oturdum. Elime bulaşan iğrenç koku burnumdan sızıyor, düşünmeme engel oluyordu. Annemin dördüncü defadır anahtarı bu ayakkabıya koyduğunu fark ettim, annem yaptığımın farkına vararak oyuna dahil mi olmuştu yoksa? En azından ben böyle düşünüyordum. Neden bu iğrenç ayakkabı? Tedirginim. Apartmanın içi buz gibi, üşüyorum, üşüdüm.


Hızlıca odama girip yatağımın üzerine fırlattım kendimi. Yüzümü yastığa gömüp nefessiz kalana kadar öylece durdum, sonra sırtüstü dönerek bu sefer de gözlerimi tavana sapladım. Birkaç dakika sonra beyaz betonun üzerindeki böceklerin birbiriyle olan savaşlarını izliyordum. Birbirlerine kırk santimetre mesafede mevzilenmiş iki ordunun liderleri birkaç adım öne çıkıp tam ortada buluşmak için hareketlendiler. Sineklerin lideri, kanatlarından dolayı örümceklerin liderlerine göre daha hızlı gelmişti. “Irkımıza yaptığınız zulmü burada sonlandırmaya geldik.” dedi sineklerin lideri.

“Irkınıza yaptığımız zulmü meşrulaştırmaya geldik.” dedi örümceklerin lideri.

Odamda böylesine tarihi bir savaşın cereyan etmesini istemiyordum. Başımın altındaki yastığı alıp tavana fırlatmamla bütün ordular bana döndü, korktum. Hızlıca kalktım, ışığı yaktım, bütün ordular yok oldu, savaşı ben kazanmıştım! Sahi, nedir bu çamurlu ayakkabı meselesi? Leş kokulu bir mezardan başka bir şey değil. Ne öfke ne de üzüntü duyuyorum, sadece anlamaya çalışıyorum. Beynim her zamanki gibi yavaş çalışıyor, yavaş düşünüp ayrıntıların farkına çok geç varıyor. Bunun tek bir suçlusu var, o da kalbim. Tüm organlarımın çocukluk hayali ve en büyük idolüdür kalbim. O yüzden kalbim gibi yavaş çalışıyor tüm organlarım.


Elimi yatağımdan aşağı sarkıtıp yerde duran kitaba uzandım. Kitap okursam bu anlam veremediğim şeyleri aklımdan çıkarabilirdim belki. Öyle ya anlam veremiyorsam ne diye düşünecektim ki. Hemen kaldığım yeri açıp okumaya koyuldum. Birkaç dakika okudum, biraz daha devam ettim. Tüm kelimeler, cümleler ve betimlemeler bana tuhaf geliyordu. Okuduğumu anlamıyordum. Beynim yine yavaş çalıştığı için hangi kitabı okuduğumu unutmuştum, ama bu kalbimin suçu! Kitabı kapatıp çevirdim, kapağına baktım. "Kör Baykuş" yazıyordu, Sadık Hidayet. Daha önce okumamış mıydım bu kitabı, bilmiyorum. Bu genç yaşta böylesine bir hafıza problemi neden olurdu? Bilmiyorum. Öfkelenmedim, üzülmedim. Sadece anlamaya çalışıyordum.


Bir anda odamın küçük balkonunun kapısı açıldı, sigara içmek için sürekli benim balkonumu kullanan ve ne zamandır orada olduğunu bilmediğim ağabeyim balkondan çıkıp odaya girdi. Işığı kapatıp odadan çıktı, odanın kapısını da kapatmayı unutmamıştı. Karanlığın içinde, yatağın üzerinde elimde kitapla öylece oturuyordum. Bu ışığı kapatmak da nereden çıktı? Belki de beni görmemiştir, zaten son zamanlarda morali pek iyi değil. Ama bunu ağabeyime sormak “Işığı neden kapattın?” demek istiyordum. Kalkıp salona gittim. Seslendim:

“Ağabey!”

Televizyon izliyordu, bana cevap vermedi, tekrar seslendim, yine cevap yok. Televizyon izlerken hep böyledir gerçi, kim seslense cevap vermez. Yanına yaklaşıp çıplak omzuna dokunarak dürttüm onu. Başını çevirip yüzüme baktı. Mutlu bir rüya görüyormuş da ben onu uyandırmışım gibi bakıyordu suratıma, öfkeyle. Gereğinden fazla beyaz olan gözleriyle gözlerimin içine bakıyor ama tenezzül edip “Ne oldu?” diye sormuyordu. Üst üste koyulmuş domuz eti gibi görünen dudaklarını bir türlü kıpırdatmadı. Ama gözlerinden anlayabiliyordum “Ne var? Bir şey izliyorum görmüyor musun? Ne diyeceksen de hadi!” diyordu. “Kitap okuyordum, ışığı neden kapattın?” dedim. “Fark etmedim orada olduğunu." diyerek başını çevirdi. Sanki üzerine toprak atılmış, sonra bilinçsizce sulanmaktan çamurlaşmış bir nesneydim. Üzerimdeki toprak yüzünden beni göremiyorlardı, çamurlaşan pis görüntümden dolayı dokunmuyorlardı, üzerimdeki toprak öyle fazlaydı ki bağırsam da sesimi duymuyorlardı ve pis toprağımın üzerine vahşi hayvanlar sıçmıştı; etrafa kötü kokular yayıyordum, o yüzden insanlar tek duyu organını kullanarak varlığımı hissedebiliyorlardı. Koku!


Boncuk boncuk terlemeye başladım, kanımın çekildiğini yüzümün renginin beyazlaştığını hissediyorum. Başım dönüyor, gözüm kararıyor, her yer karıncalanıyor. Gözlerimi güçlüce kısıp derin bir nefes alıyorum, kulağıma bir ses gelip oturuyor. Ancak bilincimi kaybettiğimde son bulacakmış gibi aralıksız devam eden bir çınlama, bu çınlama durmadan beynimin ve kalbimin en tepkisiz hücrelerine sinyal yolluyor. Abime öfkelenmedim, üzülmedim. Sadece anlamaya çalışıyordum.


Odama gittim, üzerimdeki tişörtü çıkarıp yatağın üzerine fırlattım. Odanın ışığını kapattım, masama oturdum. Masa lambasını yaktım. Duvardaki gölgeme bakıyordum. Sonra betonun üzerindeki ince boya tabakası çatlamaya başladı, çatladıkça duvarın içini görmeye başladım. O güzel boyanın altındaki betonu ve kırmızı tuğla tozuna karışan paslı demirleri gördüm. Midem bulandı. Sonra başımı; solumda, üzeri cilalanmış ahşap kitaplığıma çevirdim. Cila çatırdadı, altındaki ölü ağacı gördüm. Midem bulanıyordu ve ellerimde bir sızı vardı. Elimin üzerinde gencecik pürüzsüz derim geriliyor, gerildikçe yırtılıyordu. Açılan yarıkların arasından iğrenç kemiklerimi, kan damarlarımı ve bana ait vıcık et parçalarını gördüm. Canım acımıyor, kusmak istiyordum. Hızlıca tuvalete koşup aynanın karşısına dikildim. Karşımda gördüğüm şey midemi daha da bulandırmıştı. Bütün bedenim kuruyup çatlayan bir toprağa dönüşmüştü. Yalnızca gözlerim canlılığını koruyordu ama onların da etrafında misket büyüklüğünde çıbanlar yeşermişti. Dehşetle bu çıbanlara saldırdım, üzerlerindeki ince deri tabakasının yırtılmasını ve içindeki pis kanın akmasını istiyordum. Tüm gücümle sıkıyor, eziyor, büküyordum ama bir türlü çıbanları patlatamadım. O an aynanın altında, içine sürüyle iğne bırakılmış kutuyu gördüm; yüzlerce iğnenin içinden birini çekip hiç tereddüt etmeden gözümün etrafına kümelenmiş çıbanların üzerine sapladım. Çıbanın içinden irin fışkırıyordu, bu irin çamurdu. Çıbandan oluk oluk akan çamur, ayaklarımın ucuna dökülüyor, orada birikiyordu. Birkaç dakika sonra gözlerimden akan çamur dizlerime kadar birikmiş ve beni olduğum yere çivilemişti. Bacağımı hareket ettirmeye çalıştıysam da başaramadım. Ürkek ellerim bir anda bir aslanın pençesi gibi dizlerime kadar uzanan çamura saldırdı. Hızlı hızlı kazıp ayak parmaklarıma kadar bütün pisliği temizlediğim de parmaklarımın arasına sıkışmış, ne olduğunu anlayamadığım bir şeyin parladığını gördüm. Ürkekçe uzanıp elime aldım.

Elimde tuttuğum şey annemin dört defadır çamurlu ayakkabının içine bıraktığı anahtarımdı.