Elime yüzüme çamur bulaştı. Silemiyorum, ellerim de çamurlu. Dokunduğum yer çamur oluyor. Su yok, peçete yok, silebileceğim hiçbir şey yok ve saniyeler işledikçe çamur suyunu atıyor, kuruyor. Kirpiklerimi yapıştırıyor birbirine, göz kapaklarımı açamaz oluyorum. Kurumuş çamur canımı yakıyor, kaşlarımda biriken kalıntıları kaşındırıyor, nefes aldıkça kokusu burnuma burnuma geliyor. Kan tadı gibi bir kuru çamur kokusu. Belki kan değmiştir önceleri, kanlı bir olaya şahitlik etmiştir ve sonrasında başkalarına sunmak için hafızasında tutmuştur o kokuyu. Kan tadı gibi, kan kokusu gibi bir çamur kokusu…

Tükürüğümle silsem yüzümü, şu kuru toprak parçalarını gözlerimden uzaklaştırıp en azından gözlerimi açabilsem, açıp da etrafı bir görsem… Neredeyim, bu çamur da neyin nesi, neden ben çamura bulanmışım, herkes nerede, gündüz mü, gece mi…

Avuçlarıma tükürüp tükürüğümle yumuşatıyorum kuru ve donuk toprak parçacıklarını, keşke biraz suyum olsaydı.

Önce bir gözüm açılır gibi oluyor, hafif aralıyorum, ilk gördüğüm şey uzun kirpiklerimin ucu oluyor. Sonra parmaklıklar görüyorum. Siyah, boyası akmış, küflü parmaklıklar…

Köşede bir su birikintisi var, üzerine nereden geldiğini anlayamadığım bir ışık çarpmış, oradan da başka yere çarpmış. Çarpa çarpa uzaklaşmış, gitmiş, dolaşmış kim bilir nereleri, en son gelmiş benim gözüme vurmuş, beni çağırmış kendine. Acaba suyun hafızası var mı gerçekten, bir yerden tanıyor mu beni, denk geldik mi daha önce, karşılaştık mı da çağırıyor kendisine tekrar?

Bilmiyorum.

Yaklaşıyorum.

Parmaklıkların hemen dışında bir su birikintisi, köşede, kendi halinde, tek başına duruyor. Dizlerimin üzerine çöküp yaklaşıyorum suya, elimi iki parmaklığın arasından dışarıya uzatıyorum. Diğer gözümü de arındırabileceğim çamurdan, heyecanlanıyorum.

Suya yaklaşıyorum, yaklaşıyorum ve yaklaşıyorum.

Kolumu uzatıyorum, uzatıyorum ve uzatıyorum.

Fakat o da ne, ben yaklaştıkça o kaçıyor, ben elimi uzattıkça o daha da uzağa gidiyor. Anlam veremiyorum.

Elimi geri çekip bu sefer parmaklıkların altından sokuyorum, farklı sonuç almak istiyorum, suyu istiyorum, suya ihtiyacım var.

Fakat boşuna, su yine ısrarla benden kaçıyor. Ben uzanıyorum, o gidiyor, ben zorluyorum, o gelmiyor. Anlam veremiyorum.

Birden iki gözümü birden zifiri karanlığa açıyorum, inanılmaz dar ve kasvetli bir kutudayım. Yüzümdeki çamur birdenbire gidiyor. Gözlerimde de yok haliyle, rahatça kırpabiliyorum. Sadece bulunduğum yer çok dar, nefes almakta zorlanıyorum.

Bir sineğin kanat çırpışını, bir böceğin antenlerinden çıkan vızıldamaları ve bir kurdun bedeninin toprakta sürünürken çıkardığı sesi duyuyorum. Uzağımda değiller, çok yakınımdalar. Sanki kutunun hemen dışında toprak var ve sinekler böcekler örümcekler o toprağa girip çıkıyor.

Ürperiyorum.

Bu darlık da neyin nesi? Bu sıcaklık?

Nefes almakta zorlanıyorum. İnanılmaz dar ve kasvetli bir kutudayım. Öldüm mü? Tabutumda mıyım? Her şey bitti mi? Kurtuldum mu? Beni o çok sevdiğim ağacın altına, denize çapraz bir şekilde gömdüler mi? Vasiyetimdi.

Demek ölüm dedikleri böyle bir şeymiş.

Ne kolları varmış, ne de o kollar sıcacıkmış.

Sürekli özlemini kurduğum, adına şarkılar şiirler yazdığım tek aşkım demek böyle soğuk ve kasvetli biriymiş, ne yazık.

Sesimi duyan var mı?

Aaa…Aaa… İmdaaaat…

Çıkarın beni buradaaan, yardım ediiiin…

Çok geç, yaklaşıyor solucanlar, seslerini duyuyorum. Canlı canlı yiyecekler beni. Kimisi burnumdan girecek içeri, gizli bağlantıyı bulup ağzımdan çıkacak belki, kimisi içeri girmeyip yüzümde gezinmeyi tercih edecek, kimisiyse gezinmekle zaman kaybetmeyip direkt kemirecek belki beni.

Tanrım! Ben böyle hayal etmemiştim. Tek dileğim huzurlu, sessiz, sakin ve acısız, hızlı bir ölümdü. Oysa ölüm, bunlardan çok uzakmış.

Ölümün ne kolları varmış ne de o kollar sıcacıkmış...