YABANCI


Siz ne kadar 'YABANCI'sınız?


Albert Camus'nünkaleminden bizlere uzanan ve en başarılı yapıtlarından biri sayılan Yabancı, ilk olarak 1942 yılında Fransa'da yayımlanmıştır. Türkiye'de ise ilk defa, 1953 yılında Varlık Yayınları'dan Reşat Nuri Güntekin tarafından bizlere sunulmuştur.


Kitap, ana karakter Meursault'ın annesinin ölümüyle başlar.

"Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum."


Kahramanın bu ilk cümlesi,biraz durup tekrar okuduğumuzda fazlasıyla ilgi çekici ve kitabın devamı için de büyük bir ipucudur.Bu cümle; yaşadığı topluma tamamen 'yabancılaşmış', her şeyi'saçma'nın altında toplayan, duygusuz ve ölüme karşı bile kayıtsız olan Meursault'nun bütün bir kitap boyunca gözlemlemeye fırsat bulacağımız kişiliğinin küçük bir tanımı gibidir.

Bu adam annesinin kaç yaşında olduğunu bile tam bilemezken cenazesinde sadece tepesinden ışıklar saçan sıcak güneşi, geçtikleri yolun etrafını sarmış tepeleri, etrafındaki insanların sıcaktan yelpaze olarak kullandıkları şapkalarını, eve dönmeyi ve güzel bir uyku çektikten sonra patronuna yapacağı konuşmayı düşünecek kadar yaşadığı andan kopuk ve kayıtsızdır.

Kendisini sadece cenaze için patronundan izin isterken kötü hissederve annesinin ölümü için,"Ama bu benim suçum değil..."diyerek savunma ihtiyacı duyar.

Evine döndükten sonra Marie ile karşılaşır, onunla birlikte yüzer, akşam bir komedi filmine giderler ve bu pazar günü de tıpkı diğer pazar günleri gibi biter.


Meursault'ya göre hayatta her şey"Bence bir.."dir. Kitapta birçok yerde geçen bu söz, onun hiçbir şey üzerine düşünmemesini ve hayatı uzaktan seyrettiğini açıkça ortaya koyar.

Marie'yi sevmiyordur ama evlenmeleri ya da evlenmemeleri 'Bence bir.."dir. On yıllık dostuyla iki gündür tanıdığı kişi"Bence bir.."dir..

"Marie, bugün dudaklarını başka bir Meursault'ya verdiyse..."bu da; "Bencebir..."dir.

Ona göre, bu hayatta hiçbir şey ciddi değildir.

Belki de Kafka'nın duygusuz ve tamamen hayata karşı kayıtsız olan, acı çekmeyen çünkü acı çekecek değerlere sahip olmayan bir versiyonudur, Meursault.


Ana karakterimiz sadece akşam güneşinin ışıkları onu rahatsız etti diye bir adamı vurur ve öldürür. Ama onun için bir adamıvurmak da vurmamak da aynı şeydir. Hapishaneye girdiğinde hiçbir şey hissetmez. Sadece kişisel hayatında yaşadığı 'yoksunluklar' onu biraz sıkıntıya sokar ama daha sonra bir adam öldürdüğünü ve bunun karşılığında 'yoksun bırakılma'nın uygun bir ceza olduğunun kanısına vararak bu sıkıntısından da kurtulur.


Zaman kavramı, eylemleri kısıtlandıktan sonra tamamen anlamsız gelmeye başlar Meursault'a. Hapishanede geçirdiği beş ay ona tek bir günmüş gibi gelir ve duruşma günü geldiğinde alacağı cezadan çok, süregelen günlerinin dışında bir eylem yapmak ve hayatında ilk defa bir mahkeme izleyecek olmak ilgisini çeker.

Birçok gazetecinin, insanların sırf onun mahkemesi için toplanmasına şaşırır ve içerideki herkesin ondan tam anlamıyla nefret ettiğinive onlar konuştukça kendisinin suçlu olduğunu kabul eder. Sadece içlerinden en genci olduğunu tahmin ettiği gazeteci kalemini önüne koyar ve bütün bir mahkeme boyunca gözlerini ayırmadan Meursault'u izler.

O gazetecinin gözlerinde bir an kendini bulur Meursault.


Avukatı savunmayı yaparken "Ben..." diye cümlelerine başlar. Meursault, buna dikkat ederken orada tamamen hiçe sayıldığını, hiçbir etkisi olmadığını düşünür.

Aslında bu, hayatı boyunca kendi kendine takındığı tutumdur ve o an bile bu tutumdan ayrılmadan kendi avukatının savunmasındaki gedikleri saptayacak kadar her şeye uzaktır.


Aslında hiç kimse Meursault'u bir adam öldürdüğü için cezalandırmaz. Bu davada toplum, annesinin cenazesinde tek bir gözyaşı bile dökmemiş, korkutucu derece duygusuz ve değer yoksunu bir adamı yargılar.

Ve aslında buraya kadar tüm okuyucular, yani biz de Meursault'yu yargılarız. İşlediği suçtan çok, olaylar karşısındaki tutumunu yadırgarız.

Onun bu tutumlarını bir karakter olarak kabul etmez,kendi toplumsal değerlerimiz doğrultusunda yanlış buluruz.


"Herhangi bir kişideki erdemler nasıl oluyordu da bir suçlu aleyhine ezici bir kanıt olabiliyordu?"

diye soruyor bir an Meursault. Belki de kendi kendine ilk defa bir şeyi düşünüyor. İlk defa hiçbir şeyi'gibi'hissetmiyor, tam bir öfke duyuyor, her şeyi kesin bir şekilde algılıyordu. Kesinlikle yaşıyordu, nefes alıyordu ve şimdi ölüm cezasına çarptırılmıştı. Tanrı'ya hiçbir zaman inanmamıştı veşimdi onuhücresinde manzarasını izlemekten alıkoyan papazaöfkesini kusuyordu. Çünkü o haklıydı!!

Hiçbir şeyin, hiç kimsenin, doğrunun, yanlışın, güzelin, çirkinin bir önemi yoktu!

Çünkü onu mahkum eden, insanlarının adaletiydi. Bu yüzden Tanrı'dan bağışlanma dilemeye gerek yoktu. Kaldı ki onu ölüme mahkum eden bu adalet er geç herkesi suçlu bulacaktı.

İşte bu yüzden yatağına uzanıp gökyüzüne bakarak idam günü bir sürü kişinin onu nefret çığlıklarıyla uğurlayacağını düşünmekten başka bir şey yapmadı.


Şimdi sadece bir an düşünelim.

Meursault'yu suçlu bulmamızın ve cezalandırmamızın asıl sebebi neydi?

Gün geçtikçe ona benzemeye başladığımız için mi bu kadar rahatsız olduk?

Aslında eylemlerini içten içe hep biraz arzuladığımız için mi endişeye düştük?

Bir cenazede hüngür hüngür ağalayan birinin omzuna dokunup "Bu senin suçun değil..." ya da "Ölenle ölünmez..." demedik mi hiç?

Bizi sarsan, yaralayan olaylardan sonra her şeyin eskisi gibi olması için hiç umutsuzca,deli gibi gözyaşı dökmedik mi?

Bir misal fırlatıp "Keşke şunun kadar gamsız olsam..." diye iç geçirmedik mi?


Bunlardan en az birini söylediyseniz rahat olun. Kitaptaki savcı siz değilsiniz. Sadece karşınızdaki sanık bölümünde duran adamın tüm gerçeklerini, eylemlerinin özündeki duyguyu tanıyan ve o adama dönüşmekten korkan genç gazeteci olabilirsiniz.


Sahi?

Siz ne kadar "YABANCI"sınız?

Ya da değil misiniz?


"Bence bir..."


Drawing by Liu Ling