İçime çektiğim nefes, bu kez bana ihanet ediyor. Öldüğümü hissediyorum iliklerime kadar. Gözlerimi açmaya korkuyorum, tıpkı babamın bana el kaldırdığı zamanlardaki gibi. Kaplumbağa gibi kabuğuma çekilirdim o zamanlar, mutfaktaki küçük masamızın altına. Burası tek girişi olan bir mağara gibiydi, benim sığınağımdı. Tehlikenin nereden geleceğini bildiğim ama bir türlü engelleyemediğim. Şimdi ise etrafım duvarlarla örtülü. Ne de olsa artık o kadar da küçük değilim ve babam da bu dünyadan çok uzaklarda. Tehlikeler ise tek taraftan değil her taraftan üzerime geliyor ve rakibin adı da çok daha güçlü. Hayat. Böyle saklanınca canımın acımayacağını zannederek kendimi kandırırdım. Yılların üzerimde pek de etkisi olmamış anlaşılan. Bu da benim hastalığımdı belki, kendimi kandırma hastalığı. Çok çektim bu illetten. Olmuyordu tabii, infaz zamanı belirsiz mahkûmun bir sonraki şafak için umudu gibi sönüp gidiyordu. Çünkü babam iyi bir avcıydı, ben ise hiç ıskalamadığı, ansızın gelen saldırılara savunmasız basit bir hedeftim sadece. En çok da zamanını bilmediğim tokatlar canımı yakardı. Yüzümü çok güzel kapatırdım ama bu kez de kulaklarımda oluşan zamanı belirsiz çınlamalar canımı çok yakardı. Bu yüzden olsa gerek bir daha gözlerimi asla tam kapatamadım o günlerden beri. Geceleri bile… Gardım daima havadaydı, çünkü benim kabuğum kemikten değil, sevgidendi ve aşılması o kadar da zor değildi. Bazen darbeleri sekiz yaşındaki bir çocuk değil de delikanlı kuvvetiyle yakalardım, ama her zaman o kadar şanslı olmazdım. Çoğunluklaysa daha sağlam darbelere karşı koyamayıp kıçımın üzerinde bulurdum kendimi. Bu da hayatın seni bir şekilde alt ederim deme şekliydi belki de. 

Kafamı kaldırmaya çalışıyorum, dışarda neler olup bittiğini öğrenmek için. Allah aşkına bu kafamın içinde ne var benim? Git gide ağırlaşıyor. (Ölü gibi ağır.) Güneş ışığı gözlerime hücum ediyor, yolda kazayla arabanın farına takılan tavşan gibi gözlerimi kırpıştırıyorum ve kıpırdayamıyorum ne kadar kaçmak istesem de. Gözlerimi yerinden çıkacak kadar sert ovduktan sonra gördüğüm masmavi bir duvar oluyor, tıpkı önceki evimizdeki (o zamanlar bizdik) sinema odasının duvarları gibi. Aylin böyle istemişti. Oysa ben yeşil istemiştim. Mavi benim dünyamda özgürlük demekti; özgürlükse mutluluk ve huzur. Bu beton parçasının evdeki özgürlüğümü gözlerinle paylaşmasına izin veremezdim. Belki de her şey böyle başlamıştı benim için ya da sona ermeye başlamıştı bizim için. Özgürlüğü artık senin gözlerinde değil de başka mavilerde aramaya başladığımda ve bulduğumu sandığımda. Bu evin duvarlarında beyaz rengi eve ilk girdikten sonra bir daha görmemiştim. Soba inatçılık edip yanmaz bütün evi dumanla boyardı. Pek iyi bir ressam olmasa gerek, daha üçüncü günde duvarda beyaza söz hakkı bırakmamıştı. Bu da benim sonumu getirmişti. Bu düşünceler her aklımdan geçtiğinde olduğu gibi yine afallıyorum. Belki de bu kez ölüyorum. Geçmiş boğazıma takılıyor nefes alamıyorum. Sanırım maviye alerjim gelişti zamanla, her seferinde kalbimde bir yerler kabarıyor. Belki de artık başka bir renk bulmalıyım. Ama gri olmamalı. Çünkü grinin özgürlükle alakası olmadığını bu ev bana öğretti. Ne siyah ne beyaz. Gri muğlak demekti, tıpkı şimdiki hayatım gibi. Peki görmeye alıştığım bu muğlak duvarlarda benim gördüğüm mavilikte neyin nesi? Tek kanadı kırık pencerem de nereye gitti? 

Gözlerimi bırakıp biraz da kulaklarıma söz veriyorum ne olduğunu anlamak için, zaten gözlerinle her zaman doğruyu göremezsin kalbinden yardım alman gerek derdi lisedeki edebiyat öğretmenim. Severdim Bahri hocayı ama şu an hayatın çalma listesinde sıra edebiyatta değildi. Kulaklarım pür dikkat bütün sesleri toplayıp bırakıyor kafamın içine. Keşke görevini bazen bu kadar iyi yapmasa da sadece duymak istediklerimizi verse bize diye geçiriyorum içimden. Zaten biz içimizde o sesleri bir güzel çevirip, işimize geldiği kıvama getiriyoruz. Ama bu sefer de kandırma merkezim görevini yerine getirmemiş olacak ki işittiğim melodi de pek iç açıcı cinsten değil. Yağmur rüzgar önderliğinde penceremin camıyla bir şeyler mırıldanıyor. Benim göremediğim penceremle ve benden izin de almadan. Kulağıma çalınan ezgi beni geriyor. Yılın bu zamanları baharı müjdeleyen yağmur, benim için çalma listesine çoktan ölümü koymuştu anlaşılan.