14. yaşımın tam ortasında, belirsizliğin göbeğindeyim. Ne istediğimi zerre kadar bilmiyor, dünyaya şans eseri gelmiş olmamın hakkını sonuna kadar veriyor, amaçsız yaşıyordum. Amerikan umursamazlığı ve Türk arabeskliğinin müthiş uyumsuzluğunu şizofrenik sancılar içinde sentezlemiştim; rockstar olacağını sanmanın kıskacındaki koca boşlukta yiten 90’lar kayıp kuşağının en ateşli zamanları idi. Saçımı jöleyle dikip dışarı çıktığım, yavşaklıkta Mehmet Ali Erbil’i örnek aldığım kavurucu temmuz gününden, sokağa yandan gülümsemeli bir merhaba sallayıp bisikletime atladım. O döküntü Bisan’da kendimi Harley süren Arnold kadar havalı hissediyordum.

Salak olduğumun farkına varmam için, daha bir altı yedi sene var. Çocukluğumun uzatmaları oynanırken, adına ergenlik denen büyük hormon çarpıştırıcısına yavaştan adım atmaya başladığımı daha idrak edemiyordum. Ama bir kıpırtı vardı, epeyce yaklaşmıştım, duyuyordum; anlatamıyordum.

Fenerbahçe şapkamı ters çevirip hızlandım. Bayır çıkmak çok zorladığından, hep bayır aşağı olsun istiyordum. Hayatta hiçbir zorluktan hoşlanmayacağım o zamandan belliydi. Aşağı mahalleye sürdüm bisikleti. Orada iki tane aşık olduğum kız vardı. Garantici ve stokçuydum. Kaybetmeyi hiç sevmediğimden aynı anda farklı karakterlerdeki iki üç kıza aşık olur, en azından biriyle konuşmayı garantilerdim.

Öğlen sıcağı yakıyor, kertenkeleler bile kafalarını kaldırımlardaki çatlaktan çıkarmıyorlardı. Mahalle, bir kovboy filmi seti kadar kuru, sıcak ve sessizdi. Durdum. Etrafıma bakındım. Gerçekten insan hayatını tehdit edecek bir sıcaklık vardı. Aşık olduğum kızları anneleri daha dışarı salmamıştı. Şimdi evlerinde karpuz yiyip Kanal D Çocuk Kulübü izliyorlardır, diye düşündüm. Benim annem de izin vermemişti cehennemde dolaşmama ama ‘Eraylara gideceğim annesi kek yapmış,’ diye yalan söylemiştim. Duffy Duck’lı kol saatime baktım; 12’ye 20 var. Hakikaten erken çıkmışım. Aşklarım belki de daha uyuyordu. Eve geri dönsem, bir daha çıkamazdım. Eraylarda kek yiyip limonata içmem gerekiyor şu an ama onların bundan haberi yok.

Canım sıkılmıştı. İkircikli durumları hiç sevmezdim. Mesela bir kanalda Herkül, birinde Zeyna olsa tercih yapmak yerine oturup ağlardım. Cebimden 51 10’umu çıkardım. Kime mesaj atıp dışarı çağırsam diye düşündüm ama rehberde sadece babam, dayım ve anneannem vardı. Arkadaşlarımın çoğunun henüz telefonu yoktu. Keder içinde cebime geri soktum. 

“Lan, Bahadır!” diye, umutsuzluk sislerini dağıtan, bu sıkıcı günüme güneş gibi doğan tanıdık sese heyecan içinde döndüm: Piç Seyit. Görmek isteyeceğim son arkadaşımdı, aslında arkadaşım da değildi ama o bizi öyle sanıyordu. Bacağı yerine belinin gireceği genişlikteki şortu ve leke içindeki sararmış tişörtüyle, sırıtarak bana doğru geliyor. Gözleri her zamanki gibi çapaklıydı. Yüzünü yıkamayı sevmiyor Seyit. Bu cehennemde ancak kafasız Seyit’e rastlanırdı.

“Versene bir tur,” dedi sırıtışı gitgide artıyordu. Selam vermez, hal hatır sormazdı. O an ona ne gerekliyse onu söylerdi. Rastladığı insanda o an ne varsa, ona ihtiyaç duyuyordu. Fakir de değildi, bilgisayar bir tek onlarda vardı mahallede. Huyu böyleydi Piç Seyit’in.

“Al,” dedim isteksizce. “Çok gezme, şurada oturuyorum,” diye ekledim parmağımla gölge kaldırımı gösterip. Gittim oturdum. Pati çekip tozatarak kalktı. Lastiklerimi aşındırıyordu, kendi bisikletini böyle hor kullanmıyor. Dönüşte de kaydıracaktı, biliyorum. İki dakikaya geldi, şimşek gibi döndü virajdan, birden asıldı arka frene, iki metre kaydı fırın gibi asfaltta. Gitti lastiğim. İndi, bisikleti ayaklığa emanet edip yanıma oturdu. Cebinden çekirdek çıkardı, elimi açtım, yarısını döktü. Ter içinde kalmışlardı. Sol parmağını burnuna soktu. Yüzünde, sanki parmağında ahtapot kolu gibi tat alma duyusu varmışçasına bir heyecan vardı. Bir süre burnunun pürüzlü, tataklı. tuzlu duvarlarını keşfetti.

“Uygar Abi Melis’e tüvermiş,” dedi ağzından çekirdekleri tükürerek. Canım sıkılmıştı, dövecektim bu çocuğu ama boyu uzun. Melis, aşık olduğum kızlardan biriydi.

“Saçma sapan konuşma, Melis yapmaz öyle bir şey, mal mısın Seyit sen?”

“Uygar Abi zaten onu elliyordu oğlum görmüşler. Dün de kazan dairesinde kaymış,” deyip suratıma baktı, kendinden emindi. Melis'le ilgili hala kötü konuşuyordu.

“Lan okul kapalı apço, yaz tatilindeyiz. Nasıl kazan dairesine girecekler?” dedim. Yalan olduğunu biliyordum ama gene de müthiş içim sıkılıyordu. Uygar Abi orta sondan sonra okula gitmemişti, lise çağındaydı ama çeşitli işlerde çalışan bir erken büyüyendi. Şimdi bir gazete bayiinde çalışıyor, her seferinde dayanamayıp porno dergilerin siyah poşetini yırtıp okuduğu için de patronundan düzenli olarak dayak yiyordu.

“Tahsin Abi’nin oğlu lan adam, kazan dairesinin anahtarı var evlerinde,” dedi. Tahsin Abi okulun temizlik işçisiydi. Mantıklı konuşmuştu Seyit. Gerçek olabilirdi. Ağzına bir iki çekirdek daha attı: “Dün, öğlenleyin ikide Melis’i buraya getirip si...” derken iki elimle yakasına yapıştım:

 “Seyit seni çok pis döverim,” dedim. Saniyeler süren bir sessizlik oldu. Kararlılığımdan çekinmişti. Çapaklı kirpiklerini titreterek yüzüme baktı. “Küfürlü de konuşma yanımda bir daha tamam mı?” dedim. O küfredip pis konuştukça, annem beni görüyormuş da, nasıl böyle kötü bir arkadaşım var diye üzülüyormuş gibi hissedip, suçluluk duyuyordum.

“Tamam,” dedi. “Buzparmak alalım mı?” Tereddütsüz, “Alalım,” dedim. Kalktık. Yaşanan tatsızlığı anında unutmuştuk. 25 kuruşa Buzparmakları aldık. Bir yandan yalayıp ağır ağır, tevekkel gibi yürüyorduk. Yetmiş beş kuruşum daha vardı. Kalan paramla akşamüstü cips alırım diye geçirdim içimden; cipsleri bakkala çaktırmadan, seri parmak darbeleriyle kıra kıra, içinde taso olanını bulup öyle alacaktım. Saat hala erkendi ve diğer günlerden çok daha sıcaktı bugün. Günü akşamüstüne kadar Seyit’le geçirmeye karar verdim. Zillere basıp kaçar ya da erik, vişne, çağla ağaçlarına dalardık muhtemelen. Belki de bunlara ek olarak Bulvar gazetesi alır, okul bahçesinde osuruk otlarının yanına çöküp, bizim için uzay boşluğu gibi bilinmez ve sonsuz bir karanlık olan cinselliğimize merhaba deyip, çıplak kadınlara bakardık. Bilmiyordum. Seyit’le bunlar yapılabilirdi. Onla bilim kurgusal hayaller kuramaz, çizgi romanlarla ilgili konuşamaz, zombilerden, canavarlardan bahsedemezdim. Hayal dünyası namına ufak bir kırıntı dahi taşımayan, garip bir çocuktu çünkü. Bazen onun insan kılığında aramıza sızmış bir uzaylı olduğunu düşünüyorum. Doğamıza çok uzak bir galaksiden geldiği için, bir çocuğu ancak bu kadar taklit edebiliyordu; acemi bir oyuncu gibi. Onun yanında rol yapmıyordum, evde nasılsam öyleydim. Ama akşamüstü buluşacağım tayfanın yanında kibar, havalı bir çocuk olmaya gayret ediyor, filmlerden gördüğüm adamların mimiklerini taklit etmeye çalışıyordum. Bir elimizle dondurmaları tutarken, diğeriyle elinden tuttuğumuz çocuğumuzmuş gibi ortamıza aldığımız bisikletimi sürüyorduk. Buzparmak bitmeye yakın: 

“Ayten Teyzelerin bahçeye dalalım mı, çağlaları çok güzel." dedim. "Git tuz getir evden."

“Evde tuz yok,” dedi.

“Nasıl yok oğlum tuz, evde tuz olmaz mı?” dedim. Yalan söylediğini biliyordum. Seyit, yalan söylemeyi severdi. Fakat yaşamı gibi yalanları da amaçsızdı. Yüzüme baktı.

“Tuzumuz yok, babaannem hepsini yedi dün.” Dondurma çubuğunu attı. Güneşten kısılmış gözü ve biçimsiz çenesiyle Temel Reis’e benziyordu.

“Babaannen neden tuz yiyor?”

“Doktor öyle söyledi,” deyip tekrar önüne döndü. Üzerine kum yapışmış dondurma çubuğunu yerden tekrar alarak oynamaya başladı. Pislik yapıyordu. Yalanlarından kendi bile usanmıştı, bir süre sustu. Çağla ağacına dalmak istemiyordu.

“Ne yapacağız?” dedim. Sıcaktan farımıştım.

“Deniz’e tüverdin mi sen?”

Afalladım. Deniz diğer aşık olduğum kızdı. En azından bu sefer kızı benle ilişkilendirmesi, Uygar Abi'yi falan karıştırmaması istemsizce hoşuma gitti. Ama böyle patavatsızca konuşmasından rahatsız oluyor, kendimi de pisliğin teki gibi hissediyordum. Virüs gibiydi çocuk.

“Ya bak böyle pis konuşursan bir daha senle dışarı çıkmam Seyit.” dedim. Bunun yeterli olmayacağını düşündüğümden “Döverim de seni,” diye ekledim.

“Bok döversin.” dedi. Oynadığı dondurma çubuğunu bırakıp bana baktı. Muhabbetimiz müthiş bir çıkmaz, kısırlık içindeydi. Bu arada Deniz’le ilgili bir şey söylememiş, böyle sanması hoşuma gitmişti.

“Yapmışsınız, Hasancan anlattı.”

Biraz duraksayıp parçaları birleştirdim. Hasancan’la bir aydan beri fantezi kuruyorduk. Yazları sıkıcı ve sıcak, biz de heyecanlı ve meraklıydık. Mahallenin güzel kızlarıyla kendimizi bir fantezide buluşturuyor, erotik sahnelerde türlü senaryolar kurarak birbirimize anlatıyorduk. Pornografik cümleler kullanmıyor ya da küfür etmiyorduk. Filmlerdeki romantik sahneler gibiydiler daha çok. Yıllardır uzaya çıkmak, geleceğe gitmek, zombilerle savaşmak, dünyayı kurtarmak için kullandığımız hayal gücümüzü; henüz bizim için yabancı olan ve acemi olduğumuz bir mecrada yokluyorduk. Hoşumuza gidiyor, garip geliyordu.

“Hasancan sana da mı anlattı?”

“Yaptın mı ulan?” diye bana döndü heyecanla. Uzaylılar dünyaya inmiş gibi bir şaşkınlık vardı yüzünde. “Oğlum çok günah, cehenneme gideceksin, haydeeee,” diye bağırıp oynamaya başladı. İçi gitmişti, bu yüzden bok atmak istiyor, uzanamadığı ciğeri mundarlıyordu.

“Öyle bir şey yok.” dedim. “Fantezi kuruyoruz.”

“Pantazi mi?”

“Geçen sene okul bahçesinde dünyanın üstüne çıkıp uzay gemisinde olduğumuzu farz ederdik ya, öyle işte. Hayal kuruyoruz.” Bir yandan içimden bu çapsıza neden anlattı diye Hasancan’a kızıyordum. Kaplumbağa görünce ters çeviren, mahallenin güzel kızlarına burnundan çıkardığı tatakları silip tüküren, ayak parmak aralarını kaşıyıp elini koklayan bir yaratığa, incelikli ve karmaşık bir konuyu neden açmıştı ki? Gerçekten yapmışız gibi gösterip onun üzerinden egosunu beslemek istemişti belki de.

“Haa...” diye aydınlanma yaşadı. İçi rahatlamıştı. Bir kızın yanağını öpme evresinin ve ihtimalinin seksle eşdeğer tutulduğu bir toplumda, bu hikâyeler kişiliklerimizde bomba etkisi yaratıyordu. Tam bir yıkım olurdu kahramanları kim olursa olsun, yapmayan için. Çoğunluk yapamıyorsa, birkaç kişi de yapamamalıydı.

“Hadi şimdi de pandazi yapalım.” dedi.

“Canım istemiyor Seyit,” dedim. Onu küçük görüyordum, kestirip atmıştım.

“Ya hadi be, “ diye üsteledi. Çirkin çirkin heyecanlanmıştı. Mahallenin zarif, kuğu gibi kızlarını bu koskocaman bir sümüğe benzeyen herifle hayalleyip kirletemezdim. Bu ince bir işti ve havalı adamların işiydi, lanet olası sümük çocuk.

“Seyit ben gidiyorum.” dedim. “Biraz sonra Melis’le buluşacağız.” Buluşacağımızdan Melis’in haberi yoktu. Zaten onla değil de Deniz’le denk gelirsem, Deniz'le buluşmuş olacaktım. Bakalım biriyle buluşacağım artık, şanslı kız kim, bilmiyordum.

“Gidersen pandaziyi Melislere anlatırım,” dedi. Çirkinleşmişti.

“Saçma sapan konuşma, ben de Annene sigara içtiğini söylerim o zaman göt,” diye durumu 1-1’e getiren golü attığımı sandım.

“Annem biliyor akıllım!” diye üzerime kurduğu üstünlüğü, müzikal bir dilde anlatan birkaç betimleme dansı yaptı yine. Ne pis bir aileydiler, kurtuluşum yoktu.

“Tamam yapalım bir kere, oturalım o zaman,” deyip henüz kaldırdığım kuru popomu kaldırıma tekrar koydum. Hiç istemiyordum, bunu Seyit’e anlattığımda kızlar kirlenecek, hikâyeler bayağılaşacak, her şey değerini ve gizemini yitirecekti. Alacağın olsun Hasancan.

“Kimle olacağım ben şimdi hayalde?” dedi. Mahallenin en çirkin kızını yakıştıracaktım ona elbette. Hatice’nin başını yakacaktım.

“Hatice'yle olacaksın,” dedim.

“Neden Hatice?”

“Öyle işte, karışma dinle sadece, öyle oluyor.”

“Deniz’le olam,” dedi. Sinirimi, sabrımı, hayat enerjimi sınayan bir makinaya bağlanmıştım sanki.

“Onlarla ben oluyorum, boşta olanlardan biriyle olmak zorundasın, kural böyle Seyit,” diye bağırdım. Böyle bir kural yoktu. Çenesine bir yumruk mu atsam, hikâye mi anlatsam diye kontrpiyede kalmıştım.

“O zaman başka kim var boşta?” diye sordu.

“Hatice var işte bir de Emel var o kadar.”

“İkisi de olur mu?” diye sordu. İkisini de beğenmediğinden, böyle bir torpil istemişti. Hâlbuki iki yarım, her zaman bir tam etmezdi. Cinsellik hakkında öğreneceğin çok şey var Seyit.

“Olur,” dedim.

“Hava çok sıcak, sizin bahçede sen, Hatice, Emel oynuyorsunuz. Bahçe hortumuyla birbirinizi ıslatıyorsunuz. Sonra sen tişörtünü çıkarıyorsun, Hatice’yle Emel kol kaslarından etkileniyorlar. Hatice seni öpmek istiyor, belinden tutup dudaklarından öpüyorsun. Sonra Emel’i de öpüyorsun. Bir süre ikisiyle de öpüştükten sonra evlerine gidiyorlar,” dedim. Anlamsızca yüzüme bakıyordu.

“Tüvermedim?” dedi.

“Ya ben sana böyle konuşma demiyor muyum köpek adam!” diye bağırdım. “Bizim hikâyelerde öyle kelimeler falan kullanmıyoruz, al porno dergi oku o zaman, Aslan Büfe’de var, git al,” dedim. Yavaşça yanımdan kalktı, hiçbir şey söylemeden uzadı. Anlam veremedim, hikâyemi beğenmemişti. Dergi almaya gitti belki de.

Sulugöz sakız alıp, ekşiyen suratımla bisikleti eve sürdüm. Bugün kimse çıkmayacaktı, belli. Neyse, akşam televizyonda Terminatör 2 vardı, bu kayıp günü böyle telafi edebilirdim.

Ertesi gün, dar yeşil atletim, açık renk kot pantolonum ve ışıklı spor ayakkabılarımla mahalleye daha havalı bir giriş yaptım. Sesler geliyordu işte, bugün etraf hareketliydi. Hasancan beliriverdi, sanki sotaya sinmiş gelmemi bekliyor gibiydi. Ona kızgındım ama bu konuyu açma fırsatı bulamadan telaşla konuşmaya başladı.

“Aslı Abla seni arıyor Bahadır,” dedi. Gözlerindeki endişe şimdi misliyle bana geçmişti.

“Niye ki?” dedim.

“Mahallenin kızlarıyla ilgili fantezi anlattığını duymuş,” dedi titreyen sesiyle. Fısıldayarak devam eti: “Kızların da haberi var, hepsinin... Deniz, Emel, Duygu, Melis kim varsa seni konuşuyormuş sapık diye,” kusar gibi anlatıp susuverdi.

“Nasıl, kimden...” dedim önce. Piç Seyit hikâyesini beğenmeyip beni koru kozalağı gibi yakmıştı anlaşılan. Hemen ekledim:

“Ne demek ‘anlattığımı duymuş’ oğlum, ben kendi kendime mi anlatıyorum, sen de anlatıyorsun!”

“Benden haberleri yok kanka, ama ekmek çarpsın ben söylemedim kimseye. Yakma beni,” dedi. Suratı yalvaran bir ifadeye büründü: “Beni söylemezsin di mi lan?” Karnımda okyanusun içinde oluşan hortumlar gibi bir hareketlenme, oyuk, girdap oluştu. Ne diyeceğimi bilemedim, heyecanımı ve korkumu gizlemeye çalışıp titreyen ve 8 yaşında bir kız gibi çıkan sesimle:

“Ne olacak oğlum bir şey olmaz ki,” dedim. Ağlar gibi çıkan sesimi boğazımı temizleyerek düzeltmeye çalıştım.

“Duygu babasına söylerse seni vurur, babası polis,” dedi. O anda yüzlerimiz aynı anda yeşil, beyaz, mor gibi renklerle saniyeler içinde alaca bulaca bir hal aldı. “Ya söylemez herhalde ama Aslı Abla seni dövebilir kanka,” diye son sözünü söyleyip ruh gibi ırayıp gözden kayboldu. Mahallede tek başıma kalmıştım. Bu fantezinin kahramanı da, kötü adamı da bendim.

Aslı Abla 19-20 yaşlarında vardı. Liseden atılmıştı. Ondan herkes korkardı. Abla denmesi, yanılgıya sebebiyet verebilirdi tanımayan için. Fakat nice abilerden, dayılardan daha cengâver, belalı bir delikanlıydı. Reyting Hamdi’nin, Yarmagül karakterini, onu görüp de yazdığını düşünüyorduk. Erkek gibi giyiniyor, erkek gibi konuşuyor, elinde oltu taşından beyaz bir tespih sallıyordu. Bununla da yetinmeyerek mahalleyi koruma görevini üstlenen de, ta kendisiydi. Nice toy bitirimi tokatlarının müptelası etmiş bir hanım ağaydı. Ölümüne korkardık bu abladan. Ben hala abla olduğuna inanamıyor, her gördüğümde kot pantolon, erkek gömleği, yelek, tespih kombinasyonlu kalın sesli bu oluşumun, aslında erkek olduğunu, bir yerlerde saklı bir pipisi olduğunu düşünüyordum. ‘Abla’ yanıltmaya yönelik bir lakap olmalıydı. Ayaklarımın ucuna basa basa, mahalleden çıkış yoluna doğru kıvrıldım. Derken, arkamdan o ses duyuldu:

“Ooo, Bahadır Beyler mahallemize teşrif etmişler, bize görünmeden kaçızlıyorlar...” Bu, Aslı ablaydı. Hiçbir şey yokmuş, her şey normal ve sıradanmış edasını suratıma takınıp, içimdeki tüm masumiyet ve sevimliliği son damlasına kadar yüzümde toplayarak:

“Aaa, Aslı Abla...” diyebildim.

“Gel bakalım Bahadır efendi,” dedi. Tesbihini pervane gibi döndürüyordu. Kaçsam kaçardım, aramızda 30-40 metre kadar vardı. Ama bu çok ezikçe bir davranış olurdu. Yıllardır Mel Gibsonların, Kartal Tibetlerin, Arnold Schwarzeneggerlerin, bayrağını taşıyarak yer edindiğim krallığımı, bir daha kuramamak üzere yıkmış olurdum. Deniz ve Melis başta olmak üzere, herkes sincap gibi mahallenin bir köşesine sinmiş, bizi izliyordu. Kaçamazdım. Gerekirse paşa paşa dayak yenecekti bugün.

“Annem,” dedim umutsuzca. “Denize gideceğiz diye beni çağırmıştı ama...”

“Gidersiniz canım benim, acelesi yok,” dedi alaycı bir tavırla.

“Ehe,” diye özgüvensiz bir gülme efekti fırlayıverdi ağzımdan, istemsiz. Terlemiştim.

“Tamam madem Aslı Abla,” diyerek, ateşe uçan bir ateş böceği gibi tıpış tıpış kanuna yürüdüm. Ölecek de olsam şov devam etmeliydi. Ben esaslı bir oyuncuydum ve mahallenin tüm güzel kızları ve ezik erkekleri bizi izliyordu. Tek kale maç yapan bile yoktu. O gün tek oyunu biz oynuyorduk ve herkes tribündeydi.

Sarıldı tek koluyla. Boyu göğsüme kadar geliyordu. Dolayısıyla penguen gibi koluyla sarılmakta zorlanıyordu. Bu kadar boyla nasıl bitirim oluyorlar anlamıyordum, demek ki tavırla alakalı bir durumdu bitirimlik. Bira fıçısına benziyordu kız.

Sevgi gösterisi olan sarılmalardan değildi bu, tehdit etme sarılmasıydı. İkisini, yaşayanlar kolaylıkla ayırabilir. Kolunu omzuma atmış, bir karış yakından gözlerime bakıyordu. Mahallede kuş ötmüyor, rüzgâr esmiyordu. O an sadece mahalle değil tüm evren bizi izliyormuş hissine kapıldım. Hala bakışıyorduk. Allahım ne irrite edici bir surattı. Cansever gibi bakıyordu bana. Cansever’i televizyonda ilk gördüğümde kadın mı, erkek mi olduğunu anlamamış, korkudan ağlamaya başlamıştım. Belerttiği gözleriyle korkutup sindirmeye çalışıyordu beni. Ne kadar korksam da, bana tokat atarsa, ben de atacaktım. Kişiliğimizin duvarında, tokat atan kim olursa olsun anında tokatla karşılık veren Kemal Sunal’ın da bir tuğlası vardı elbette. Ve izleyicilere iyi bir şov sunmam gerekiyordu.

Birden koluma girdi, “Burada konuşmayalım,” diye fısıldayıp çekelemeye başladı. Bakışlarımla ‘tokatlarsan ben de tokatlarım’ı vermiş olacağım ki insandan uzaklaşıyoruz. Göze alamamıştı. Ya da beni öyle bir dövecek, öyle bıkmadan sopalayacak ki; kimse ayıramasın, karışamasın diye tuttu dağa götürüyor. Allahım n’olur ölümüne dayak yemeyeyim.

Arkamızdan kimse gelmiyordu. Ben hep yalnız bir çocuktum zaten. Medeniyetten iyice uzaklaştığımıza emin olana kadar yürüdük. Mahallenin çıkışındaki osuruk otlarıyla dolu, hiçbir çocuğun gitmediği paslı çocuk parkına gelmiştik. Post apokaliptik filmlerdeki terk edilmiş çocuk parklarındandı. Direktifiyle salıncağa oturdum. Karşımda duruyordu.

“Sen,” dedi. Burnunu çekti. “Sapık mısın ulan?” Gözlerim doldu. Sağlam dayak yiyecektim.

“Hayır Aslı Abla” dedim.

“Mahallemizin kızlarıyla ilgili neler anlatıyormuşsun oğlum insanlara, bir bir geldi kulağıma hepsi.”

“Oyun gibi bir şey bu Aslı Abla,” dedim. Parmaklarının arasında tespih sallanan elini kaldırdı, sol gözümü kısıp dişlerimi sıktım. Tokat gelirse ben de saldıracaktm, ne oldu oldu. Havadaki el ağır ağır yüzüme doğru indi, yavaşça yanağımı sevdi. Anlam verememiştim. Ne tür bir manyaktı bu kadın? Sevip ondan sonra mı dövecekti, nasıl bir durumun içindeydim? Beklediğim dayak bir türlü gelmiyordu, el bir süre yanağımı sevdi.

“Anlat bakalım bize de minik Woody Allen,” dedi. Şaşkındım.

“Nasıl, ne anlatayım?” diye anlamsızca baktım.

“Anlat bana da meşhur hikâyelerinden birini, biz de dinleyelim,” dedi. Tehdit edici tavrı gitmişti, yanımdaki salıncağa oturdu.

“Senle ilgili mi olacak?” diye ürkekçe sordum.

“E hadi öyle olsun bakalım.” dedi. O da çekiniyordu. Dayak yemeyeceğimi anlamıştım.

O zamanlar lezbiyenlik işlerinden pek anlamadığımdan ve sonuç olarak -pek benzemese de- dişi bir birey olduğundan, hikâyedeki partnerini erkek yaptım. (Uygar Abi) Anlatırken yan gözle süzdüm, mahallenin belalı ve yakışıklı çocuğuyla eşleşmekten şikayetçi görünmüyordu. Ara sıra dudak kenarından "tıssısı" diye gülüp, "allah allaah, bak sen..." diye şaşkın, sahte tepkiler verdi. Belli etmemeye çalışsa da, hikâyemden hoşlanmıştı. Titanik filminde izlediğim birkaç sahneye, Leonardo ve Kate yerine Uygar Abi ve Cansever Aslı’yı koydum. Sonlara doğru sigara yaktı. Uzattıkça uzattım. Bitti dedim. Son fırtını iyice derine çekti, izmariti parkın dışına dek fırlattı.

“Filmci mi olacaksın başımıza len?” dedi. Keyiflenmişti. Sevişme üstü sohbetleri gibi sesinde hoş bir yumuşaklık vardı.

“Yürü,” dedi, kalktık. Omzuma sarıldı. Bu kez artistlik sarılması değil, sevgi sarılmasıydı. Kısacık boyu, T-Rex gibi kollarıyla, zar zor sarılıyordu.

“Bugünü kimseye söylemeyeceksin,” dedi. “Ara sıra buraya geleceğiz, bana bu hikâyelerden anlatacaksın.” Hafifçe gülümsedi: “Ulan biri bizi şöyle görse, sevgili sanır ha!” Gülmesini artırarak itici bir kahkaha kustu ağzından.

“Ehe,” diyebildim yine. Şimdi daha çok korkuyordum. Yaktın beni Piç Seyit.